Salı, Ocak 31, 2006

yalnız gezenin düşlemleri

lisede bir hoca vardı,
h.a., bizim gençlerden ikisini bir kafede görmüş. ertesi gün popüler kültürden girdi,corporate lümpenleştirme politikalarından çıktı. orda oturuyorsun çünkü görülmek istiyorsun. görülmek istiyorsun çünkü takdir edilmek istiyorsun. herkes birbirini gözetliyor. vıcık vıcıksınız falan.
halbuki bence kentte yaşamanın bütün olayı kamusal mekanlardan faydalanmak. kafeye, tiyatroya, sinemaya, sergiye gitmek. evde oturucaksam fıstık gibi köye taşınırım, temiz, ucuz..
sevgiliyle ilk tanıştığımızda, caddelerinizi gezip her şeyi anlayacağım, diyordu. ben de geleyim, diyordum.

ama kar bizi günlerdir eve tıktı. hatta tv odasına. 3 günde 2. kez sezercik yavrum benim izliyoruz.

ne olursa olsun, yarın dışarıdayız,beraber, kente dokunmak için!

Pazartesi, Ocak 30, 2006

şaraplı laptop

sakarlığımın son raddesinde güzeller güzeli, p harfi eksik toshibamın üzerine kırmızı şarap döktüm. götürdük verdik servise. kimbilir ne zaman gelecek geri...

Cumartesi, Ocak 28, 2006

blog günü ve bir kuaför faciası

sevgilimle saatlerdir (ben kuaförden geldiğimden beri- ki bu da bambaşka bir hikaye) karşılıklı oturuyoruz. laptoplar önümüzde açık. teknolojik işler yapıyoruz. sevgili kendine blog yapıyor (benden öğrendi!) ben de aylardır içimde kalmış sorularla onun dikkatini dağıtıyorum. "şimdi ben simiole gibi nasıl yazarım şunları okuyorum diye sağ tarafa?", "şimdi ben bu tepedeki blogger yazısını nasıl silerim bazılarında yok?", "şimdi başlığın yanına nasıl bir uyuyan güzel resmi koyarım?", "resim koyamıyorum.", "resiiim resiiiim!!!" gibi..

necati kendi işini bitirdiğinde bana da yardım edecekmiş..

çok cici olacağım. çok...

kuaför mevzuuna gelirsek. benden söylemesi, en prestijli yerde dahi olsa, saçınızı aynı gün içerisinde 4 kere boyatmayın! tutmuyorsa, bırakın tutmayı versin. bugün saat 4'te evden çıkarken amacım kızıl saçlarıma azıcık daha kırmızı, azıcık daha mor bir ton vermekti.
böylece postişime daha güzel uyacaktı. işbu amaçla isim vermek gibi olmasın kozyatağı art kuaför'e gittim. önce bir kırmızı ardından bir mor boya yapıldı planlandığı gibi. sonra saçım yıkandı. aynanın karşısına geçtim. ve ne göreyim: kafam bildiğin kahverengi. nasıl oluyor anlamadım. kızıl saça kırmızı ve mor sürüyorsun. kahverengi oluyor. isteyen denesin! velhasıl kelam, dedim "ben böyle çıkmam dışarı, bir daha boyayın." demez olaydım. sorarım kardeşlerim, siz bir kuaför salonunda hiç ağladınız mı? çektiğiniz acıdan gözleriniz kısıldı, soluğunuz kesildi mi hiç? delice yanan saç diplerinize yelpaze yapan adamların arasında kafanızı kaldırdığınızda, çektiğiniz acıdan, saçınızdaki "mağma" rengi boyayı kanayan kafa deriniz sandınız mı? en sonunda dayanamadım bir 15 dakika daha durmam gerekiyordu ama resmen kuaförün çırağına yalvardım: "allah rızası için yıka kafamı. hiçbir şey ummuyorum. ben bittim" diye. neyse lavaboda ağlata inlete bir kat daha mor geçtiler saçımdan. masajlar, bakımlar vs. kuruyunca saçım baktım, geldiğim renkten olsun olsun "bir çırmık" daha canlı olsun. hepsi bu. hala yanmaktayım.
3-4 saatimi ve siyaset bilimine müthiş katkılarda bulunacak pek değerli muhtelif beyin hücrelerim bugün kuaför salonunda zayi oldu. geçmiş olsun.

Cuma, Ocak 27, 2006

rapunzel



SAÇIM VAR.

ilkokulun sonlarına doğru omuzlarımdan aşağıya inmişti. metalcilik yıllarımda şöööle bir toplayıp çıktığımdan neydi ne değildi hatırlayamıyorum pek. sonra yıl 2000 oldu. benim cadımsı upuzun kuzguni saçlarım alanyanın denizine, güneşine dayanamadı enseme çıktı. sonra zaten depresyona girdim, amelie'yi izledim, kendim kesmeye başladım vs.
azıcık uzasa, hayalimde "erkek çocuğu kafasına alaca bulaca bir fular bağlamış, dizlerinde efil efil bir etek giyen, uzun mor converseli kız" canlanıyordu. kuaförler ahbabım olmuştu. hisarüstünde, etilerde, kozyatağında, kadıköyde... hepsi koltuklarına oturup "kısa olsun, benim olsun" diyen, üç haftada bir gelen kıza bayılıyorlardı. iyi müşteri. rengi değişti sık sık. bir kere kıpkırmızı bir kaç tutam kaynadı (araya). ensem yıllarca her cuma insanda bi şaplak atma isteği uyandıracak biçimde açık kaldı.
bu sefer uzayacak. artık güçlü bir silahım var: postişim!
bugün annem getirdi. ben de saatlerdir prenses saçımla geziyorum evde. öyle oyuncaklı güzel bir şey.
artık saman altından su yürütüyorum!!!

Perşembe, Ocak 26, 2006

kar..


dört gündür durmaksızın kar yağıyor. ve ben yeni fark ediyorum ki, karla ilgili hiçbir şey yazmamışım. olacak şey değil! oysa bir zamanlar, ki susam sokağından olsa gerek o günleri hatırlayınca damağıma susamlı sert şekerlerin tadı geliyor, sabah mırın kırın uyandığımda annem ya da babam ya da ananemin sesi içimi açardı : özge, bak kar tutmuş! "kar tutmuş" çok şey demekti. kar tutunca sokak lambasının dibinde nefesinin buharını izleye izleye servis beklemezsin bir kere. okula gitmezsin. ilhami ahmet örnekal'ın 3'erli oturulan tahta sıralarındaki minik oyuklarda oyunlar bulmaya çabalamazsın. "çarşamba geç kalma uykuya dalma, uykuya mışıl mışıl, uykuya mışıl mışıl, uykuya dalma" şarkısı söylenirken uyku derken incelen çocuk sesleri arasında hıçkırıklarını bastırmaya çalışmazsın. (bu arada öyle de bir şey var ince seslerde ağlarım.) bunların yerine. çizgifilmlerin karşısına oturulur. anane french toast yapar, ki o zamanlar adı cicipapadır. öğleden sonra ilknur gelir. kar oynamaya çıkılır. 100 kişi olunur. dünyanın eeen büyük kardanadamı yapılır. (hala daha yapılıyor. var arka bahçede bir tane) akşama kadar oyna oynayabildiğin kadar. akşam oldu mu, aman uykuya dalmayayım, ge kalmayayım derdi olmadan mışıl mışıl uyu: bu kar kolay kolay kalkmaz.
ben dört gün boyunca çıkmamıştım dışarı. aman üşümeyeyim. aman oturayım işte şurda sıcak çikolata, filmler, kitaplar. biraz banu alkan biraz kadının sesi. zaten eldivenim yok. derken,
sevgilim geldi dün.
sonra sevgiliannemügedoğukanben kar oynamaya çıktık.
aslında tam da öyle değil. "birazcık yürüyelim" demiştik bir iki biradan sonra. ama bembeyaz geceye çıktığımızda herkes sanki delirdi. ben bir süre ortalıkta savaş muhabiri gibi koşturdum. sonra canoncuğumu cebime koyup ben de kartopu savaşına katıldım. ne kadar yoruldum. ne kadar! ama kıkır kıkır gülüyorduk kartopları ağzımızda, yüzümüzde, sırtımızda patlarken. çok özlemişim. bugün de çıkıp dünyanın een büyük kardanadamını yapacağız. kış geldi. biz çocuk olduk.

kardesler & bacanaklar Posted by Picasa

Çarşamba, Ocak 25, 2006

yaz!

ben yazar olmak istiyorum. gerçekten. pek bir çabam olmuyor bunun için. hikayeler gelsin bana istiyorum. bekliyorum. bir iki ufak denemem bisiler.blogspot.com'da ama galiba hiç okunmadı şimdiye kadar. yalnız bir görüntü var hayalimde. ben. bodrum evlerininki gibi beyaz bir teras. bir tek masa. üzerinde canlı renkli çiçekli fakat kısa bir örtü. nisan gibi hava, biraz belki ama çok değil, mayıs gibi. üzerimde beyaz, dizlerimin altına dek inen, dantelli bir elbise. saçlarım hiç olmadığı kadar uzun. dağınık. yani tam da dağınık değil. daha çok iki günlük fön gibi ama bir kalemle toplanmış, dağınık izlenimi verilmiş. önümde kesinlikle bir daktilo. (Sencer'in orta 2'de bana hediye ettiği daktilo olabilir mesela. ben ameliyatlıydım. o ağırdı. ata taşımıştı. gözüm gibi sevmiştim. yazar oluncaya kadar odamda dekor olacaktı.) neyse o masada, o terasta, karşımda deniz, yüzümde azıcık rüzgar, yazıyorum işte. aslındapek yazamıyorum hayalimde. böyle pek bir doğurgan gerilimler içindeyim. kalkıyorum ara sıra bir sigara yakıyorum (niyeyse?).. cart curt kağıtları yırtıyorum. bazı günler artık hangi ege koyuysa orası, oranın çarşısına iniyorum. fotoğraf makinem de var boynumda, hatta evde küçük bir karanlık oda. balıkçılara, çaycılara selam veriyorum. kedileri seviyorum. dönüyorum. ve devam.
bazen bu hayali sonsuza kadar uzatıyorum. uykuya dalmadan az önceki o en değerli anlarda. gözlerimi sıkıp gerçekten içine girebilirsem hayalimin rüyamda da onu görürüm. biliyorum.
işte o zamanlar, ben orda yaşıyorum. dostlarım oluyor. bazı akşamlar bana geliyorlar. yaşlıca bir çift. benim balkonumda beraber rakı içiyoruz. sohbet ediyoruz. ben onların hikayelerinden biriktiriyorum. gece oluyor. türk kahvesi pişiriyorum arkadaşlarıma. bir gün, akşamüstü çünkü en çok akşamüstlerini severim, sevgilim de geliyor onlarla beraber. onların bir arkadaşıymış, istanbul'dan. o da sizin gibi yazıyor, diyorlar. (sizli bizli konuşuyoruz dostlarımla) sonra sevgilimle tanışıyoruz. sevgili oluyoruz.
böyle sürüp gidiyor işte. geceleri kurguluyorum alternatif hayatımızı. hiç ölmeyelim diye, arada bir, bir kaç sene başa alıyorum.
ben farkında olmadan yazıyorum.

Salı, Ocak 24, 2006

necatikalpozge

benim sevgilim

öyle biridir ki 22 aydır böyle aşığım kendisine. 3 şekerli earl grey çay gibidir. fındıklı cafe crown gibidir. gözleri iki yeşil boncuk. 22 aydır bana bakar. ben ona bakarım. bakışırız.

benim sevgilim öyle biridir ki severim de severim. neden seviyorsun der. bilemem de bilemem. aslında kalbimin içinde bilirim. ama türkçe yetmez diyemem de diyemem.

benim sevgilim işte böyle, yaz gecesi yanmış tene nemlendirici sürüp, serin beyaz çarşaflara pofuduk yastıklara gömülüp mışıl mışıl uyumak gibi. sabah gözlerini açınca bodrum içi boncuklu perdeden içeri narin bir ışığın sızışı gibi.

dut şarabı gibi.

after eight çikolatası gibi.

"hayat güzel, can tatlı" gibi.

sus!



neden susuyor bu kim ki duk insanları? neden savunmuyorlar kendilerini? neden anlatmıyorlar? ben iyiyim. kötülükler üzerime yapışıyor diye neden demiyorlar? ya da ben neden sürekli anlatmaya çalışıyorum. bakın şunlar bunlar oluyor. ben burdayım. yaşıyorum. film izliyorum mesela. yemek yapıyorum. yoga yapıyorum. iyi biriyim. iyi yaşıyorum. iyi biri olsan bunu söylemezdin, demişti biri. çünkü iyiler, doğrular, baş roller konuşmaz pek. yönetmen allem eder kallem eder, gösterir. otopside cinayet işlenmediği anlaşılıverir mesela. burda olmaz öyle şeyler. anlatmazsan kimse anlamaz. duymazsan bilemezsin. duyulmazsa var olmaz. sözler yoksa gerçeklik de yok. sözlerin gerçeğiyse bulanık bir gerçek.

Pazar, Ocak 22, 2006

sıkılıyorum.

sıkılıyorum.

Perşembe, Ocak 19, 2006

mosquito cafe
ilk ne zamandı hatırlamıyorum. 14 yaşlarında olmalıyım. kim(ler?)leydi, onu da hatırlamıyorum. hemen herkes, özellikle de benim gibi-bizim gibi- eskileri baston edinmeden yürüyemeyenler, en az bir kez geçmişti tahta masaların üzerinden. yıllarca aliler ayşeleri sevdi, ayşeler velileri sevdi, veliler fatmaları sevdi. ve dahi kalabalık arkadaş grupları alt alta yazdı isimlerini. en baştakilere biraz kıyak geçildi. sonlardakilerin bazen bir(kaç) harfi taştı, yamuldu. sonra o masalar bitti. hepsini tavana astılar. orda, üstümüzde olduğunu bildik isimlerimizin. ordan bizi gözlediler. bazen yaz gecesi yıldızlarına bakar gibi isimlerimizi aradık tavanda. "bak küçük ayı" der gibi "bak 99 şubatı"... bulamadık çoğunu, ama bildik. sonra yeni masalar geldi. yeniden yazdık. bahçe tarafında üç minik kız. masada bir türk kahvesi bir buzlu çay bir adaçayı. masada isimleri. ne yazık, onlardan uzun kalacak.
bir gün kıştı. yalnızdım. adaçayım, kitabım; inatla sobayla ısıtılan bahçede. melikem nerdesin, dedim.
sonra mevsimler değişti. benden duymadığını masalardan okudu melike. alilerin velilerin arasına sıkışıvermiş notumu gördü. "melikem nerdesin?" koştu geldi.

işte şimdi de buraya kazıorum mesajımı. alilerin velilerin arasına. belki okunacak.. belki de görülmeden tavanı delen yıldızlardan biri olacak.
bekleyelim.

Salı, Ocak 17, 2006

uyku kardeşim ver elini. kolun kalsın.

şu an itibariyle molamın bitmesine ve benim çok saygıdeğer cicero amcalara augustine amcalara dönmeme 20 dakika kaldı. heyt be zamana karşı yarışıyor aylarca 50 dakika derse girmeye üşenen türk genci. böyle de bir şey var işte. uzun vadede planlar yapamıyorum. varsa yoksa günü hatta anı kurtarmak. yapmak da lazım mı açıkçası bilmiyorum. beni gidi skeptic beni. hande bendeydi bugün. yarın da olacak. ellerim mi kuruyor ne. (benim mi allahım bu çizgili yüz) perşembe gecesi bir yatacağım cuma gecesi uyanacağım. çünkü uyku baldan tatlıdır. bu aralar heyecanlı rüyalar görüyorum. gizli ajan oluyorum rüyamda. sevgilim ve eski ingilizce hocamla tehlikeli maceralara yelken açıyoruz. bir de bundan sonraki hayatımı bir kadın programı sunucusu olarak geçirmek istiyorum. yapımcılara duyurulur. horr!

Cumartesi, Ocak 14, 2006

az kaldı... bir süreliğine de olsa... bunlar... bitecek... yatcaz kalkcaz yatcaz kalkcaz yatcaz kalkcaz yatcaz kalkcaz yatcaz kalkcaz tatil gelceeek!

aslında yok öyle pek çalıştığım, yorulduğum. boğaziçi üniversitesinin bu dönem en az ders alan öğrencilerinden biriyim belki de. ama öyle bir haleti ruhiyete sahibim ki sınav dönemleri, sanki o bir hafta on gün her neyse, sadece siyaset bilimine adanmalı. kafamda devlet, güç, adalet vs. düşünceleri olmadan içtiğim su haram olacak gibi. haliyle kazın ayağı öyle olmuyor, bu kısa ve öz çalışma programına uyulmuyor. fotoğraflara bakılıyor saatlerce. üzerlerinde ufak tefek şeyler deneniyor. sonra televizyonda japonya'da yaşayan fatsalılar hakkında bir haber çıkıyor. oha 4000 nüfus deniyor. akabinde biraz yemek anneyle kısa bir gezinti. ya da uzun zaman görüşülmedik bir arkadaştan beklenmedik bir telefon. olmuyor da olmuyor. hem olmuyor hem de olabilecekleri de oldurmuyor. misal, baktım çalışamıyorum çekip bir roman alıyorum raftan. iki satır okudum mu sanki classics of moral and political theory bir ağlamaklı bakıyor bana.
bakıyorum sonra hava kararıyor. yemişim siyaseti diyorum. sıcak bir çay alıp güzel bir film açıyorum. siyasetten korkan siyaset gibi olsun. yaklaşan tatile göz kırpıyorum, günleri sayıyorum, bunu saymıyorum, yine bekliyorum..

1

sir n3ccati ve lady osquée dün gece malikanelerinde bir davet verdiler. soylu davetlilerine en nadide şarapları ve en leziz yiyecekleri sundular. gece bir saatte şarapları kalmayınca necati mahzene inip yenilerini getirdi. sadık hizmetkarları sebastian saatler boyunca köfte pişirdi.

2

Seçkin davetliler arasında tataristan kontunun güzel kızı zeyn de vardı. Ortaokul yıllarında birbirine nefret kusan, lise yıllarında dans pistlerinde rüzgar gibi esen, dershane yollarında çokoprens deposuna dönen, üniversitede inatla kopmayan iki prenses gece boyunca gönüllerince eğlendiler.

3

objektifler karşısında yer yer utangaç görüntüler sergileyen uraz ve vargil saray alışkanlığı sofra adabını hiç bozmadılar.

4

gecenin sonunda dünya mel mel bakan bu soylu gözlere bir başka güzel görünüyordu..

Pazar, Ocak 08, 2006



Çok soğuktu hava sabah. eldivenim atkım olmadığı için hayıflandım sokağın başındaki merdivenleri çıkarken. geç de kalmıştım, eve dönüp daha sıkı giyinecek halim yoktu. 59C uzaklaşıyordu ben ardından koşuyordum. şoför bana gülüyordu. ben şoföre sövüyordum. derken vuslata erdim, otobüse bindim. otobüste kitab-ül duvduvani okudum, camdan dışarı baktım, hayal kurdum, gülümsedim. beşiktaş'a gelince indim, vapur yanaşmıştı beklemeden bindim. çılgın gençler atlıolardı, ben bekledim, iskeleden yürüdüm. olgun bayan edaları takındım. halbuki çok neşeliydim, düşmekten korkmasam hop atlardım. çıktım üst kata, soğuk biraz kesilmişti içeride. mis gibi çay kokusu vardı. masalarda boş bir yer buldum, oturdum. çay içerek kitabıma devam ettim. ara sıra kafamı kaldırıp martılara, denize, çiseleyen yağmura baktım. yaşıyorum be dedim. ohh. sonra zeynep fıstığıyla buluştum kadıköy iskelesinde. saçları uzamış. koşa koşa geldi, sarıldı bana. özlemişim seni fıstık, dedi. sevinç doldum. hızlı hızlı konuşacaklarımızın outline'ını yaparak ama katiyen ayrıntılara girmeden barlar sokağına kadar yürüdük. kahve bahane'ye girdik. sigara dumanı vardı bayağıca ama sıcaktı. oturduk. ben sıcak çikolata alıcam, dedi zeynep, çok güzel yapıyorlarmış. ben kuşburnu istedim. cildime, boğazıma güzel bir şey yapıyorum şimdi hmm evet evet şu masada duran sigara paketine de uzanmıyorum ya ya... sıcak çikolata da güzelmiş, neyse ben şuan mutluyum zaten çikolatadan derman aramıyorum. ve derken sohbetler muhabbetler dedikodular. sonra zeynep'ten ikinci bir challenge. ben bi çay içicem, alır mısın? ay ben çayı kahveyi azaltmaya çalışıyorum şekerim, diyeceğim. bir kahkaha çınlatacak, bu olayın ne zaman sürecek özgecim acaba bakışları atacak bana dudaklarını büzerek. hani kafeinsiz yapamazdın sen, diyecek. amaan, ben adaçayı istiyorum zeynepçim. canım çok çekti. cunda'yı özledim. mhhh tam da cunda kokusu vallahi. sıcak sıcak ne güzel geliyor bu kış günü. ve sonra deniz fıstığının gelişi. açım uleeyn doyurun beni, serzenişleri. anılar ki çoğu içki sofralarında kalmış, hayaller ki çoğu yaza dair ve dahi planlar daha yakın zamanlar için. ben tatlıları yaparım, sen dereotlu fesleğenli şeyleri. denizin çok bol, çok beyaz, çok yumuşak kazağı ve zeynep'in çok kolyesi ve hisarüstünde necati'nin çok tatlı gülümsemesi, çok civilizationı çok kitabı, filmi ve erenköyde babamın az rakısı çok kadın isterse'si çok tarçını ve kozyatağında annemin çok cnbc-e'si, çok mumu, çok yumuşaklığı ve mügenin çok doğukanı. mutluyum. bu pazar gecesi.




Cumartesi, Ocak 07, 2006

anılaaar anılaaar şimdi gözümde canlandılaaar!


efendiiim, gözlerinizden öper, ellerinizden sıkarım. bugün ders çalışabilmek için bilgisayarı tv odasında bırakmıştım göya.. ben de bol bol o odada oturmak zorunda kaldım. tembel tembel tavuklara yem ver! neyse efendicağızıma söyleyeyim, battı balık yan gider. demin yıllar öncesinde kalan bir teknolojiyi anımsayıp eski kasetlerime baktım. hatta iki tanesini seçip baştan sona dinledim. ezginin günlüğü bi de cramberries. nasıl nostaljik, nasıl tuhaf bir tat anlatamam. '99 yılında ekseriyetle dinlerdim ikisini de. yeni skolyoz ameliyat olmuşum. halim harap. bütün gün pentium 75 önünde itiraf com mu dersin artık mirc mı... onun dışında videodan film kasetten müzik. bu animal instict albümü de o zamanlarda çıkmıştı. bir gün orkaköy'e gitmiştik annebabamügeben. ben zar zor yürüyordum, önümden arkamdan beni korumaya çalışıyorlardı. ya sanki o zamanlar ortaköy daha bir güzeldi. uzun yeşil, önden yırtmaçlı bir etek giymiştim. ince bantlı siyah sandaletlerim vardı. uzun uzun saçlarım kızıl kızıl kıvrılıyordu. bir de o zamanlar böyle örme başlıklar modaydı. delik delik takke gibi bir üstü olurdu da saçların üzerinde de örgüler düşerdi. kafama da ondan takmıştım. yaş 14. şimdi düşünüyorum da o zamanlar için bayağı bir süslenmişim. ee insan bütün yaz evde oturunca bi ortaköy gezisi kıymete biniyor tabii. ayy nasıl dolandırdım gene lafı. neyse efendim, adı geçen albümü her zaman o günü hatırlayarak dinliyorum. sırtıma ağrılar giriyor. :) isn't it weird howpeople I feared, all seem worthless now. bir kez kopya çekerken yakalandım hazırlık 2'de bir de (yuh! çabuk kirlenmişim) hoca bağırdı çağırdı ama bir şey olmadı. allaaah ben bütün haftasonu hop oturdum hop kalktım. acaba başıma ne türlü korkunç şeyler gelecekti, ne acayip işkencelere maruz kalacaktım, ne türlü alangirli intikamlar peşinde koşacaktı hocam. bir şey olmadı tabii. bir de aynı sene bir kızla kavga ettim okulda. o zamanlar backstreet boys denir bir grup vardı, biz de metalci olmaya bir kala öyle sarışın çocukların resimlerini biriktirmekteydik. neyse efendim, okuyamadığım halde aldığım bir almanca dergi hediye olarak bir kalp kolye vermişti. böyle madalyon gibi dandik bir şey işte. içinde de bu gençlerden birinin resmi var. meğersem bu bahsi geçen hatunda o çocuğun hayranıymış. bayrak töreni sonrası geldi "takma bu kolyeyi o benim mektup arkadaşım" dedi. hala inanmıyorum ya, saçmalığa bak alla alla sanki tapusunu almış. o zaman da böyle düşünüp çıkarmıycam, dedim. hatta bununla yetinmeyip onun mektup arkadaşlığını geçecek bir formül düşündüm ve ekledim " bu yaz türkiye'ye beni ziyarete gelecek" ulan nasıl attım öyle kendi kendime şaştım kaldım. e bir kere laf ağızdan da çıktı. sonrası rezalet tabii kızla orda bi posta çıkarır mısın, çıkarmaz mısın kavgası yaptıktan sonra bir kaç gün içinde barıştık. şimdi kıza bir backstreet boy nick getirmem lazım yaz tatiline. ara ki bulasın. haftalarca gece yarısı uyanır uyanır bu durumu düşünürdüm. bu yalan nasıl düzeltilir, nasıl rezil olmaktan kurtulurum diye kıvrım kıvrım kıvranırdım. neyse ki o yaz metallica-metallica albümüyle karşılaştık da kıza rahatça "ilgilenmiyorum öyle tiki gruplarla" deyip arkamı dönüp gidebildim. neymiş, kimse için kendimizi üzmüyoruz artık. bugün bi kız gelip vay necati benim mektup arkadaşım zart zurt derse aynen saçını başını yolarım, hiç vakit harcamam. hayat insana çok şey öğretiyor..işte böyle efendicağızım... association benim ellerimden öper. bana müsade. gelirim gene, şu zaman bu zaman .

bazı günler hiç gerçek değil. bu sabah. o uykuyla
uyanıklık arasındaki yerde. sabah 7 karanlığına
gözlerimi açarken. hiç gerçeklik yoktu.

Cuma, Ocak 06, 2006

sabah güneşi

yazılacak bir şeyler yaşamıyor olmak o kadar kötü mü gerçekten? bir şey söylemeye hazırlanmak, dudakları ıslatıp boğazı temizleyip çaresiz susuvermek. somutlaştıramadan zamanı kaçıp gitmesini izlemek. ...bir gün balerin olacağım. ...bir gün kocaman olacağım derken bir bakmışsın küçücük kalmışsın. galiba bu blog beni depresif yapıyor. yazmaya çalışmadığında yazacak bir şeyinin olmamasının bir anlamı yok ki.. ya da ne bileyim sezdiklerim var. söylemeye kalkmazsam tatmin ediyor ruhumu. ama ne zaman kelimeleri arıyorum, ellerim bak boş kalıyor.
güneş bugün çok güzel parlıyor. Ocak ayının o çok yatay, çok beyaz güneşi perdenin dantelleri arasında bin parça olmak uğruna gelip bana dokunuyor. güzel bir film seyredilebilir bugün. uzun siyah palto sırtta, eller cepte, baş hafif eğik, ama gülümseyerek, yürünebilir. bugün sahile doğru inerken baylan'da durup bir nescafe içilebilir. kokulu, renkli sebzelerle güzel bir yemek yapılabilir. bugün, bir buket çiçek alıp ananeye, bir koca pasta alıp sevgiliye, ekmek alıp :) ata'ya gidilebilir.
bugün istatistik çalışmak zorunda olmasam bu terbiyesiz güneşin zevki çıkabilir.

Perşembe, Ocak 05, 2006


kağıttan gemi yaptım.
defalarca açılan, bir iki satır yazılarak vaz geçilen Posting sayfası... yazacak bir şey olmadığından mı, yazılacaklara kifayetim olmadığından mı?
kısa kısa geçmek en iyisi gene.
okulla da derdim bitti, düşman olmayınca düşmek de zor...
ayakta kalalım o halde.
şöyle böyle
kısa kısa...

...

...