Salı, Ocak 30, 2007

I cook the best aşure in the neighbourhood

Bu coğrafyanın sağına git, soluna git, köşelerden kıvrıl her yerde aşure geleneksel yimek. Rumlar Noel'de, Ermeniler cenazede aşure pişiriyor. Müslümanların aşure günü Musevilerin Yom Kipur bayramını kutluyor. Hicri takvime göre Muharrem ayının onuncu günü Aşure Günü. Muharrem ayı boyunca evlerde aşure pişirilmesi de adettenmiş. Bu yıl, geleneksel Aşure Günü 29 Ocak'a rastladı. Ben rastlayamadım o güne. Çok yorgun yığıldım koltuğa. Son bir gayret sevgiliye dönüp "ya aşure yapak mı?" dediysem de, bu teklifimin hayal ürünü olduğunun ikimiz de farkındaydık.


Yanlış anlaşılmasın, daha önce yaptığım, bildiğim bir şey değil. Pratik Aşure setini görmeseydim, hiç kalkışmazdım herhalde. Halbuki çok zor değilmiş, sadece uzun sürüyor. Ama ne bileyim, bazı yiyecekler korkutuyor gözümü. Neyse efenim, her şeyi hazırladım. Bir Denizkızı Eftelya CDsi koydum. "I will cook the best aşure in the neighbourhood!" diye çığırırken kapı çaldı. Alt kattaki komşu aşure getirmiş. Moralim bozuldu bayağı. "Şimdi onlardan özenmiş gibi olacağım" diye düşündüm. Sonra da "salak mıyım neyim" dedim. Aşure yapmak herkesin hakkı. Hem de natural right. -divine right da olabilir.- (saat 3)

Tarif yazayım diye düşünmüştüm ama üşendim. İşte her şeyi kaynatın. Saatlerce kaynatın. Durmadan kaynatın. Benim iki tenceremin dibi yandı. Siz yakmayın. İncirleri ayrı kaynatın ki karartmasın. Şekerli kokudan bir süre sonra başınız dönebilir. Arka arkaya su içme ihtiyacı duyabilirsiniz. Caymayın. Çok geleneksel tatlı yapıyoruz. Evimiz bereket doluyor.


Evet, sonunda bitti. Hepsini kaselere doldurdum. Tarçınla, nar taneleriyle süsledim. 25 porsiyon aşurem hazır. Yarın sabah dağıtılmayı bekliyor. 1,5 sene sonra komşularla tanışacağız. Heyecanlıyız. (Saat 10)

Pazartesi, Ocak 29, 2007


Venedik-İstanbul

Evet, sonunda başardık. Aylarca süren bir sergiyi, son anda da olsa görebildik. 51. Venedik Bienalinden bir seçki Şubatın 2sine kadar İstanbul Modern'de olacak. Sergideki işlerin pek çoğundan müthiş keyif aldık sevgiliyle. Regina José Galindo Who Can Remove the Footprints?'da Guatemala'nın politik uyuşmazlıklarına şehrin sokaklarında gerçekleştirdiği performansıyla tepki veriyor. Kanlı ayakizlerini bırakıyor sokaklara. Emily Jacir kimlik, küreselleşme ve önyargıların ekseninde gerçekleştirdiği çalışmasında Ramallah ve New York'ta kaydettiği görüntüleri yan yana iki ekranda sergilerken nerenin neresi olduğu meçhul kalıyor. Nikos Navridis Breath adlı video yerleştirmesinde anlatmak istediklerini izleyici için bir deneyime dönüştürüyor. İnsanın altından hızla kayan çöp yığını ve odayı dolduran nefes alış-verişleri adamın başını döndürmekle kalmıyor, insanoğlunun toz uçuculuğundaki hayatını daha bir görünür kılıyor.


Ama bizim favorimiz William Kentridge'in animasyonlarıydı. Güney Afrikalı sanatçı kömürle yaptığı çizimlerden meydana getirdiği videolarında standart animasyon tekniğinin aksine tüm çizimleri aynı sayfada yapıyor. Böylelikle eski çizgilerin izleri üst üste görünüyor videoda. Tarih kaybolmuyor. Eşyanın, insanın tabiatı değişiyor ama tarih orada duruyor.
Bence bu kadarı bile çok şey anlatıyor.

"I have never tried to make illustrations of apartheid, but the drawings and films are certainly spawned by and feed off the brutalized society left in its wake. I am interested in a political art, that is to say an art of ambiguity, contradiction, uncompleted gestures, and certain endings; an art (and a politics) in which optimism is kept in check and nihilism at bay." William Kentridge

daha fazla bilgi için:
- William Kentridge: Quite the Opposite of Cartoons, by Philippe Moins

Cuma, Ocak 26, 2007

Dün: Hazavuzu, Takva

Hazavuzu çok enteresan bir grup. İlk GalataPerform'da tanıştım onlarla. Daha önce haberim yoktu. Müzik grupları 5 kişiden oluşuyor, performans grupları ise hep değişiyormuş. Müziklerini duymadım hala. Cumartesi GP'da konserleri var. Merak ediyorum. Konserden sonra da jam session tarzında bir şey yapılacakmış. Herkes ne bulursa onu çalacak. Yeno Ceno'yu kapatacağız böylece.

Performanslarından bir kupleyi de dün Galerist'te gördüm. Deniz, Bob, Jeffrey, eşi ve iki oğlu ile birlikte gittik. Girer girmez diskonun sonuyla karşılaşıyorsunuz. Disko topu mu derler, lambamıdır o bilmem, o küre şey işte tavandan kopup yere düşmüş. Sade ve güzel bir yerleştirmeydi. Galerinin en sonundaki bilgisayarda ise çeşitli kayıtları gösteriliyordu. Orda bir uçan adam stop motion'ı vardı. Ona bayıldık hep beraber. 19:00 da spontane gelişen, değişen, tekrarlanan bir seslendirme performansı vardı. Bir de başbakanım şarkısı akşamın yıldızı oldu. İki günü daha var. Cumartesi tekrar gitmeye çalışacağız, bizdeki konserden önce.

Sonra Deniz Bob ve beni yemeğe götürdü. Rio Bravo'ya. Pizza yedim ben, güzeldi. Haftaya Deniz Amsterdam'a gidiyor, Bob ise Bulgaristan'a mekan bana kalacak.

Sonra sevgili geldi. Aslında Harbiyede oyuna biletimiz vardı. Ama kaçırdık. Biz de sinemaya gidelim dedik. Cenneti beklerken ve Takva arasında kaldık. Takvaya girdik.

Genel olarak güzeldi. Son rüyanın ve sonrasının çekimleri hoşuma gitti özellikle. Ama Muharrem'in deliliği yeterince işlenmemiş gibime geldi. Ne bileyim sanki biraz lömbürst diye bağlandı adam yatağa. Bana düşmez tabii. Beğendim ama. Bir de her yerde Türk filmleri oynuyor. Hoşuma gitti.

Yeni Kıpırtılar: laleler, sümbüller, çiğdemler ve öksüz sardunya



Bu soğanlı çiçekler Didi'nin dediği kadar varmış. O kadar mucizevi geliyor ki toprağın böğrüne gömüverdiğin, nasıl nefes alacaklar ki diye tasalandığın yumrular süpermen oluyor "pıt" diye atıyorlar üzerlerindeki toprağı. Sonra her gün uyanır uyanmaz saksılara koşmaca, acaba ne kadar büyüdüler, yeni yavru var mı, her şey yolunda mı diye. Bayağıca erken çıktılar ama topraktan. Kar buz olamaya bari. Didi'nin poşet denemesi yaprakları kurutmuş biraz. Ne yapmalı bilmem ki..



Bu yavrucağı da bizim yokuşun başında buldum. Saksısına araba çarpmış, tüm kökler etrafa dağılmış. Toparladım görebildiklerimi koydum geriye saksılarına. Tam arkama döndüm ki buncağız boynunu bükmüş duruyor yerde. "Sen de benim yavrum ol" dedim getirdim diktim saksıya. Biraz kurudu bir iki yaprağı ama alıştı galiba yeni yerine.

geçen PAZAR GEZMESİ: Sarıyer ve Anadolu Kavağı

(geç olsun güç olmasın)


Ne zamandır Anadolu Kavağı'na gitmek istiyorduk. En son sevgili Esther'la gitmişti, ben taa yazın -ya da iki yaz önce... Pazar günü amacımız 14:35 vapuruna yetişip kaleye çıkıp battaniyemizin üzerinde şarabımızı içmekti. Ama yetişemedik. Taksici amcaya yaptığımız "hastaneye gidiyoruz" numarası bile yetmedi; pazar günü sahil trafiğine takıldık. Sarıyer'de çupra-kalamar-midye-salata-bira yidik. Deniz baktık. Yürüdük. Rüzgar vardı ama hava güzeldi. Deniz de pırıl pırıldı.

Akşamüzeri geri dönecektik ki 16.30'da bir vapur daha olduğunu keşfettik (internet sitesinde yazmıyor!). Atladık hemen vapura. Vup vup kavağa gittik. Orda böyle bir şeyle karşılaştık:

KUÇU KUÇULAR

Annem hep der "her şeyin yavrusu güzel" diye. Buncağızların anası da çok güzeldi. Garibim 8 tane kırma doğurmuş. Çökmüş tabiri caizse. Ben Osman Pamuk'un çoook küçüklüğünü hiç görmedim. Sokakta kucağıma çıkıverdiği gün zaten iki-üç aylık vardı. Ama Tarçın'ı daha haftalıkken görmüş, avucumda tutup minicik yüzüne, patilerine, yarım yamalak açtığı gözlerine bakmıştım. Beyazdı. Şimdi neredeyse siyah. Osman hep beyaz. Ve şimdi bayağıca büyük. Ama bize bebek gibi geliyor. Yumuşacık.

Kuçu kuçuları izledikten sonra sol taraftan yukarı doğru kıvrılıp kaleye çıktık.

KALE
Ceneviz Kalesi diye tanınıyor ama yazışmış, Cenevizliler değil, Bizanslılar yapmış aslında. Hatta Osmanlı.org sitesinde bunu çok nazikçe ifade etmişler: "Ancak Cenovalılar veya halk dilinde söylendiği gibi Cenevizler, ticaretten başka bir şey düşünmeyen ve yapıcı olmayan bir topluluktu. Bizans’ın en zayıfladığı son yıllarda çok kısa bir süre için bu kaleyi de ele geçirmiş olabilirler. Fakat aşağıda belirtileceği gibi, kalenin esas yapımı Bizans işidir." Asıl adıyla Yoros Kalesi adını Yunanca "oros"tan (dağ, tepe) almış olabilirmiş, diğer bir ihtimal de "Uros, Ayas" adlı eski bir mabedden gelmiş olması. İlkçağda Karadeniz'e gidecek gemilere Zeus'un yardımcı olması amacıyla buraya yapılmış. Sonra kaybolmuş. Kale harap durumda. Ama manzara öyle güzel, rüzgar öyle tatlı esiyor ki. Yemyeşil orman, masmavi deniz... hiç İstanbul değil! Çok yavaş, yumuşak bir ritmi var Kavak'ın. Keşke hava daha sıcak, saat daha erken olsaydı. Çantamızdaki Kavak şarabı aynen geri dönmeseydi. Ama bu kadarı da çok hoştu, tadımlık. Gene gidimlik.

İnişte sevgili vafıl yedi. Bense don-dur-ma. Çok çılgınım.

Cumartesi, Ocak 20, 2007

ben...

2004 yılında bi ajanda almıştım. her şeyi yazıyordum. konserler, doğumgünleri, söyleşiler, sınavlar, kitapların, filmlerin geri verme günleri... arada üzgün suratlar, OFFlar... unutmamak için hiçbir şeyi; ne öncesinde, ne de sonrasında.
çok garip yıldı 2004. çok güzel yıldı.
kolonya taşırdım çantamda. çiçek gibi kokardı. ama o zaman da sakardım. ya da ad hoc. döküldü çantama bir gün. ajandam, kimliklerim... sonra hep çok güzel koktu. hala çok güzel kokuyor.


yeni ajanda aldım. eskisinin - eskilerinin- aynısının başka rengisi. oynuyordum kantinde. bir an çiçek gibi koktu sanki. küçük bir an.
yıllar arasında kayboldum.

başlamak... yeniden.
değil
devamına başlamak!

Perşembe, Ocak 18, 2007

betty ween

yeno ceno boyunca en çok etkilendiğim konser betty ween'di. bu vokal gülüş gülcügil'in kullandığı sahte isim. iki ülke arasında geçen hayatını ifade ediyor.
çello, gitar ve vokalden oluşan grup yaptıkları müziğe oda popu adını vermiş, medya ise "pop, jazz ve rock'ın deneysel bir karışımı" demiş. müthiş bir ses, minimal melodiler.. çok sevdim ben. cdlerini de aldım. önümüzdeki konserleri böyle:



-DOĞAÇLAMA FESTİVALİ, 25 OCAK 2007, PERŞEMBE, 14:30 (AKATLAR KÜLTÜR MERKEZİ, BEŞİKTAŞ)

-KARGART, 10 MART 2007, 21:00 (KADIKÖY)

-GALATAPERFORM, 17 MART 2007, CUMARTESİ, 20:30 (KULEDİBİ)







internet adresleri de şöyle:
www.bettyween.com

ben..

bazen galatada davetli listesine isim yazarken ayakta oluyorum, elimde kitap ya da başka sert bişi olmuyor ve kalemim ince oluyor. çok çirkin yazıyorum isimleri. insanlar el yazısı ne kötü eli kalem tutmuyor diye düşünecek diye çok sıkılıyorum. bir yolunu bulup görecekleri bir yerde temize çekiyorum listeyi.
ne saçmayım.

Perşembe, Ocak 11, 2007

HA-HA

geçmişin tozlu sayfaları arasından hasan'ın sesini duyuyorum: bir şeyi seçersen diğerlerini kaybediyorsun, seçim yapmazsan hepsini kaybediyorsun.

evet, çelloyu haftada bir elime alıyorum ve hiç öğrenemiyorum. evet, yazdan beri hiçbir şey yazmadım. evet, bugün yazdan beri ilk defa ojelerimi değiştirdim.

böyle zamanlarda, hele akşamsa, yine o bildik bunalımlara giriyorum. işte hayat kaçıyor, ben geride kalıyorum. her işim yarım kalıyor. hiç enerjim yok. hayatım bomboş geçiyor. falan.

öte yandan bakıyorum. ulan ben bu sene öğrenci asistanlık yaptım. dans ettim. intermedyatik gösteri yaptım. staja başladım. kedim oldu. laleler, çiğdemler, sümbüller ektim.

neden böyleyim ki ben?! her şeye heves... beste diyor: bir şeye yoğunlaşmak lazım. benim aklıma yine eskilerden bir şarkı geliyor, kadıköy anadolu sahnesinde söylenmiş: bize bişi lazım. size de mi lazım. çok lazımlık bir şey aman neme lazım. ve bir söz, caddebostan sahilinden: sonsuza kadar yaşamak ve her şeyi yapmak istiyorum.

geçen gün bilette otururken biri sordu bana "siz de mi oyuncusunuz?" diye. gözümün önünden bir film şeridi gibi geçen tiyatro-insanın soğuk çalışma salonları, kadıköy anadolunun dağınık kulisi, istanbul'un her yerinde bir dolu sahneler, iki kolisini mezun olurken okula bağışladığım oyun kitapları ve saatlerce sahaflarda onları arayışım, oyunevinde atölyeler... "yok" dedim "siyaset bilimi okuyorum ben".

y. ve g. de boğaziçi mezunu. hem de biri bizim bölümden. üstelik jeffrey hazirana kadar kalıyor. üstelik 7 martta performansımız var. hem de sevgiliyle birlikte yapacağız. iyi yani, güzel şeyler.

ve ben, yine yıllar önceki gibi cevap veriyorum hasan'a: insan biraz da kaybettikleridir, hasan.

hangi hasan mı?
sana basan
HA-HA

NOT: Osman Pamuk bu dünyanın en tatlı kedisidir.

Pazartesi, Ocak 08, 2007

u-n-u-t-m-a


Unutuyorum ben. Bişiler oldu bana. Her şeyi, herkesi unutuyorum. Yılbaşından sonra rahatlıyacağım demiştim. Ondan mı acaba? Fazla mı rahatladım?
Ajanda lazım bana Deniz Hanımınkinden. Kedili.
Ya da telefonun hatırlatma tuşlarını falan kullanmalıyım.
Ben artık bir şeyleri unutmamalıyım!

Pazartesi, Ocak 01, 2007

Kurban Bayramlarından Nefret Ediyorum!

Happening'in en güzel projelerinden biri Burak ve kızarkadaşının çektiği "Nightmare before Kurban Bayramı" isimli stop-motion filmdi. Bir kuzunun kabusuna giren kasap, ondan kaçışı ve gökyüzüne yükselip bir buluta dönüşmesi o kadar güzel gösterilmişti ki!


Aslında her şey bu kadar basit ve saf olmalı tahayyüllerde. Yoksa bir dünya referans vererek türler arası kurulan hegemonya, canlı bir varlığın "mal" haline getirilişi ve ajanlığın binbir tanımı üzerinde yalan yanlış şakıyabilirim burda. Ama, aslolan yaşayan, soluk alan ve hisleri olan bir canlıdan söz ediyor oluşumuz. Veteriner ya da tüccarı köylüden ayırdedebilen ve bu insanları görünce ürken canlılar bunlar. Huyları suyları birbirinden farklı bu hayvanların. Birini kesince sürü bir eksilmiyor. Sarıkız artık yaşamıyor oluyor. Biz onun yaşamını almış oluyoruz. Onlar ölürken korkuyor.

Evet, uzun zamandır et yiyorum. Ve bu yüzden kendimle çelişiyorum. Utanıyorum ve kendimi pis hissediyorum. Ama en azından bu utanç hissinin baki kalması gerektiğini düşünüyorum. İnsanların etrafıma toplanıp çoluk çocuk, bir de bayram kutlayarak beni kestiğini hayal ediyorum. Korkuyorum hayalimden ve üzülüyorum.

Bunları yazarken Osman Pamuk kucağımda. Kuzu gibi, bembeyaz. Yumuşacık. Dişi değişiyor ve canı acıyacak diye içim gidiyor. Hastalanmasın diye üzerine titriyoruz sevgiliyle. İyi ki kuzu olmamışsın Osmancım, diyorum. Ya da iyi ki kuzuluğun kedi kisvesi altına saklanmış...

ey şeytanın bacağı, kırıldın mı?

herkes sorup duruyordu: yılbaşında ne yapacaksın? planın var mı? hangi partiye gideceksin? bense hep aynı cevabı vermek zorunda kalıyordum: ne yapacağımı bilmiyorum, hayır hiçbir planım yok. parti marti bilmem ben.
yılbaşlarıyla ilgili bir derdim vardı benim. hayatımın bütün felatekleri yılbaşlarında geldi başıma. tam giyinmiş süslenmişken mesela. yeni yıl yeni bir başlangıç falan bir şeyler zırvalamaya hazırlanmışken.
bu yıl vazgeçmiştim bu yüzden. beni sevmeyeni ben hiç sevmem kat'a kutlamam. demiştim.
sonra ayın 31'i oldu, öğlen oldu, akşamüstü oldu. o da ne!? hiçbir şey olmuyordu. anneanneme gittik, bayram yemeği yedik -ben sadece zeytinyağlılardan- anneme döndük. kahve içtik. her şey normaldi. hatta güzeldi bile.

e çıkalım madem dışarı, dedik biz de. son anda program yapmaca savaşları verip. yılbaşında gidilebilecek en kötü partiyi seçtik: studiolive teknik'te 70ler-80ler-90lar. studiolive'de genelde deneysel güzel işler, performanslar oluyor. ama bu gerçekten sıkıcı, karanlık, boş bir partiydi. bir saat civarı ben eğlenmeye kendimi zorladıktan, necati bunun imkansızlığını dile getirdikten sonra çıkıp herkeş bildiği yerde dans etsin diyerekten cambaz'a gittik. hayır, normal hayatımız sürerken öyle müzikler dinlemiyoruz biz. çok enteliz, evde hep mezzo açık. ama yeri geldiğinde pistlerin tozunu attırmayı da iyi biliyoruz. latinden hiphopa, çifte telliden jazza çok geniş bir yelpazeden örnekler sunduk dün gece de. 10dan geriyede saydık. kadeh de kaldırdık. pillerini şarj etmeyi unuttuğumuz makineyi açık tutabildiğimiz kısacık bir anda bu fotoğrafı çektik.


sabah oldu. akşam oldu. her şey yerli yerinde. şimdi söyle bana şey şeytanın bacağı, kırıldın mı?

artık ben de yazarım herkes gibi:

eski yıl sona erdi/yepyeni bir yıl geldi/ yeni yıl yeni yıl yeni yıl yeni yıl/ bizlere kutlu olsun!