Cuma, Mart 24, 2006

ATAY'IN YALNIZLIĞI

[gene yazamıyorum uzun zamandır. bir sırrı olan varsa söylesin, nasıl yetişilir hayata? tembel köşe yazarları sıkışınca fi tarihinden kalma bir yazılarını yayımlarlar ya, ben de yazın yazdığım bişileri koyayım dedim bloguma. oğuz atay'la ilgili, ki biz sevgiliyle ilk onun sayesinde tanışmıştık.
okuyan birileri varsa, umarım beğenir.
sevgiler.]





“Anlatamıyorlar anlatılamayanı,
Anlatmak gerek!”
Anlaşılmadı Oğuz Atay hayatta iken. Anlayamayanlar onu terk etmeyi seçtiler. Hilmi Yavuz’un deyimiyle, “meselesi olan” bir romancı için ne acıdır bu yalnız bırakılmışlık! “Çocuk kalmış” insanlarını içtenlikle seven, onları anlamak, anlatmak isteyen bir romancı için.
1970’lerde toplumsal yapıdaki değişim ve dönüşümler, sertleşip sivrilen siyasal çelişkiler özeleştirinin ve ironinin yıllarca ciddiye alınmamasına neden oldu. Toplumcu gerçekçi kuramın etkisi altındaki aydınlar, dönemin yazınına radikal bir soluk getiren Atay’ı biçimcilikle suçladılar. Toplumsal sorunlara hazır reçeteler vermediği için küçük gördüler. 80’li yıllarda ise kapitalizmin etkisiyle bireysel kaygılara yönelenler Atay’ın son derece yanlış bir okumasını yapıp kendilerine mal ettiler. Eserlerindeki alayı anlamayan ya da göz ardı eden bu neslin aydını halktan iyice kopmayı, “tutunamamayı” marifet bildi.

Belki de yapılması gereken Türk edebiyatının bu önemli isminin seçtiği biçim ve kullandığı temalar üzerinde biraz durmak ve bir çeyrek asır önce yaptığı “Neredesin okuyucu?” serzenişine cevap vermek.


Tutunamayanlar’ın TRT Roman ödülünü kazanmasından sonra yazarla yapılan ilk röportajda, Atay, dünyanın değişkenliğini ve zenginliğini anlatabilmek için farklı teknikler ve üsluplar kullandığını ifade eder. Tutkulu okuyucunun mesafesiz bir okuma yöntemi ile roman kişisi Selim Işık’la özdeşleşmesi kaçınılmazdır. Halbuki, yazarın amacı okuyucuya kendisiyle ilgili bir takım gerçekleri, onu da yaratıcı bir eyleme davet ederek göstermektir. Eser okuyucudan belli bir çaba, entelektüel donanım ister. Türk yazınında henüz bunun bir benzerine rastlanılmış değildir o yıllarda.

Yetkin okuyucu Atay’ın metinler arası kurduğu köprülerde daha emin adımlarla yürüyecek, romanlarının zenginliğini keşfedecektir. Yıldız Ecevit, örneğin, Tehlikeli Oyunlar’da Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ına yapılan göndermeden söz eder. Hikmet de karaciğer ağrısı çeken, kendi kendine konuşan, yalnız bir adamın romanın ilk sayfalarında. Seval Şahin ise Babama Mektup ile Turgenyev’in Babalar ve Oğullar’ı arasında negatif bir ilişki kurar. Turguyev’in nihilizmi ve draması Oğuz Atay’ın ironisinin kurbanı olur. Metinler arasında ustaca yapılan bu göndermeleri fark etmeden bu eserleri anlamak çok da kolay olmayacaktır.
Diğer taraftan, Oğuz Atay’ın eserleri, 19. yüzyıl edebiyatıyla karşılaştırılarak, kimilerince “insansız” bulunmuştur. Oysa yazarın yaptığı modern romanın insanı algılama ve yansıtma yöntemini kullanmaktır. Modern dünya hep bir değişim, dönüşüm içerisindedir; insanı katı sınırlar içerisinde analiz etmek doğru olmayacaktır. Atay’ın kişileri sallanan zeminlerde bocalayan, isimlerinin dahiyane seçimiyle kişiden çok kavram oldukları fikrini veren , sonunda, veya en başında, mutlaka kaybolan, ölen anti-kahramanlardır. Bütün bunlara rağmen insanımızı pek çok gerçekçi romandan daha iyi anlatır, daha canlı bir resim çizerler. kişileri “İnsanımız çocuk kalmıstır.”der Atay günlüğünde sık sık; de Türk toplumunun çocukluğunu yansıtır. Onlar, Doğu ile Batı etkileri arasında sıkışıp kalmış, hayatı kitaplardan öğrenmiş ama yaşayamamış kimselerdir. “Hayat acemisi”dirler. Küçük burjuva alışkanlıkları edinmiş, bu kendilerini aslında pek uzak hayata tutunma çabasındadırlar. Aralarında bunu en iyi beceren Turgut bile roman boyunca geçirdiği dönüşümde yitirir bu becerisini. Turgut’un Olric’i, Hikmet’in Albay’ı, Selim’inse aynı Oğuz Atay’ınki gibi bir günlüğü vardır yalnızlığını paylaşacak. Ve hepsinin ayrı ayrı oyunları…

“Oyun” teması Atay yazınının en belirgin özelliğidir. Günlüğünde The Games People Play isimli psikoloji kitabından çok etkilendiği görülen yazar, oyun kavramı üzerinde dikkatle durmuş ve romanlarında baş rolü ekseriyetle “oyun”a vermiştir. Bu konuyu iki açıdan ele almak mümkündür kanımca. Günlük hayatın içinde oynanan oyunlar vardır ve çokluk kötü oyunlardır bunlar. “Mış gibi yapmak” der bazen yazar buna. Sevgi-Hikmet ilişkisi bir ölçüde günlükte geçen “sen beni tanı ben de seni tanıyayım” kuralının egemenliği altındadır. Birbirlerine ihtiyaç duydukları sürece bu evcilik/evlilik oyununu sürdürürler. Romanların hayata ve hayattan alabileceklerine tutunan irili ufaklı pek çok kişisi iş yerlerinde, evlerinde, küçük burjuva ayinlerinde (Pazar kahvaltıları gibi) kuralları önceden belli bir oyun oynarlar. Kendilerine ait değildir üzerlerine aldıkları roller, çünkü yaşadıkları yaşam taklittir, kurmacadır, özentidir. Bu oyunlardan sakınıp kaçar yazarın baş kişileri. Onların sığındığı başka oyunlar vardır. Kalıp davranış oyunlarının dışına çıkabilen kişi özgür olabilirler ancak. Hayatı yeniden kurgular, farklı bir nedensellik üretirler. Yenik çıkmayacakları oyunlar yazarlar. Yaşamın sürekliliğinde yalpalamaları, el yordamıyla yönlerini bulmaya çalışmaları Atay’ın ironik oyun söyleminde vücut bulur. Tahammül edilemeyenler oyun nesnesi haline getirilip dışarıda bıraklır. Gecekondudaki eğreti canlılık, süslü püslü salon-salomanjeler, küçük çıkarlar uğruna verilen savaşlar ve hiç eksik olmayan yalnızlık o zaman gerçekliğini yitirir. Artık barışılabilecek, haklarında bahsedilebilecek olgular olmuşlardır. Bunları anlatacaktır Atay, çünkü anlatması gereklidir.

Türk insanını ciddiye alır Atay; o kadar ki, ciddiyetini koruyabilmek için alay eder onunla. Dil sorunludur Atay’a göre; kişisel deneyimler dilin evrenselliğine büründüğünde hiç istenmeyecek şekilde genel geçer bir hal alır. Postmodern dilbilime göz kırpar yazar, güvenmez dilin mantığına. Söylemler tezi ve antiteziyle birlikte var olduğundan her metin kendini bozar; anlam ancak tez-antitez arasındaki devingenlikte yaratılır. Anlatılması gerekenler hep “anlatılamayacaklar”dır o yüzden. Öte taraftan, klasik üslupla yazsa duyarlığının anlaşılmayacağının da bilincindedir. Kalabalık içinde ağlayan bir sarhoş gibi görüleceğini, gülünç olacağını anlar. Tersine çevirir bu süreci. “Bilinen”, “sezilen”, “anlaşılan”, “hayali kurulan” gibi pek çok katmandan meydana gelen metinlerinde tutunanlardan, tutunamayanlardan ve bütün bunları eleştirenlerden ironi ile bahseder. Tehlikeli Oyunlar’da Hikmet’in Son Yemek’i bu anlatının en etkili olduğu örneklerden biridir. Saçmalık ve kargaşa içinde Hikmet’in yalnızlığı trajedinin doruğudur. Yazarın ironiyi kullanarak pekiştirdiği bu karşıtlık pek çok şairane içli sözden daha büyük bir etki yapar okuyucuda.

Türk romanının 100. yılında yayınlanan Tutunamayanlar gerçekten de yazında bir kırılma noktasıdır. İroni ve göndermelerin yanı sıra daha önce hiç denenmemiş farklı teknikler de uygular Atay. Daha önce de ifade ettiğim gibi, şekil kaygısı değil, eski biçimlerin yeni gerçeklikleri anlatmada yetersiz kalışıdır buna neden. Bilinç akışını kullanmasaydı Atay, ya da örneğin, tek cümlelik bölümü başka türlü yazsaydı aynı buhran ve bulantı hissi yakalanabilir miydi?

Büyük ölçüde ahlakiydi Atay’ın “meselesi”. Her satırında haklı çıkmak gibi bir kaygı güdüyordu. Yazmak için geç kalmıştı; roman kişileri de hep bitirilmesi gereken bir metinle uğraşıyorlardı. Yazmak için yaşamak, yazmak için düşünmek gerekiyordu. Atay anlatmak istiyordu; çünkü anlaşılmak istiyordu.

Anlaşılamadı… “Canı insanları” için daha yaşanır bir dünyanın kapılarını açmaya çalışırken yalnız bırakıldı. Geç başladı, erken bırakmak zorunda kaldı.


-------------------------------------------------------------
İnci, Handan, Bir Yazar Okurunu Arıyor,Adam Sanat, 2003, 31
Ecevit, Yıldız, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, İstanbul, 2001, 112
Şahin, Seval, Tutunamayanlar’dan “Babama Mektup”, Adam Sanat, 2003, 45
Selim’i ararken kendini bulma gayretine düşen Turgut “Özben”, bilgeliği yüzünden giderek yaşamdan uzaklaşıp yalnızlığa itilen, gecekonduda birey olma savaşı veren Hikmet “Benol”, Hikmetin “Sevgi” ile sevgisiz “Bilge” ile bilgisiz yaşamı hep bu isim seçimine örnektir.

2 yorum:

simiole paris carnet dedi ki...

Atay hakkinda birseyler yazacakken -yine gecmis baska kareler koydu onume.
Hilmi yavuz'la bir gece yarisi the marmara otelinin terasinda beyaz sarap iciyoruz, bagdas kurup oturmusum sandalyeye, gozlerine bakiyorum "ben sizi nedense takim elbiseli ve fotr sapkali hayal etmistim" diyorum guluyor.
O gece biterken, senin adin simge ya, ben degistirdim "remiz" olsun, anlami ayni diyor.
Sonra onu cok ozluyorum, "cok yaslandi bir gozunde korluk basladi" diyorlar. Bazi geceler onun siirlerini okuyorum icimden. Aksam ve sen ve ben, mesela.

osquée dedi ki...

üşürüz, çünkü uzağız şimdi o yazdan..