Cuma, Haziran 30, 2006


umutsuzlar merdiveni onunde.....

Perşembe, Haziran 29, 2006

çalıştı, kazandı!



o, yani sevgili, yeni mezun.
derslere son 17 dakikada girdi. paperları 3 ay sonra teslim etti. intermediatik oldu belki, ama son 5 dakikada. 3 paperını falan hiç teslim etmedi. final haftasında okulu bırakmaya karar verdi.

artık hepsi geçmişte kaldı. çünkü o artık boğaziçi üniversitesi 139. dönem mezunlarından biri.

tanıştığımızda daha 2. sınıfta okuyordu. tk dersi falan alıyordu :) . saçları uzundu, sakalı kısa. sonra sakalı uzadı, saçları kısaldı. bugün kepinin altında sakal da yoktu. ama o kapkara harry potter kalabalığı arasında kendisini görebildiğim kısacık anlarda işte benim sevgilim dedirten tanıdık gülümsemesi, boncuk gözleri vardı.

beni asıl ilgilendiren şimdi o olmadan okulun neye benzeyeceği... güney meydanda kalabalığın içinde yalnız kaldığımız balkon kimbilir ne çok özleyecek onu.

ama yok, endişelenmiyorum. bu yoğun çalışma temposuyla (!) mezun olmayı başaran süperman sevgili uça uça balkonumuza da gelir.

..

Pazar, Haziran 25, 2006

1 yıl önce

yine bu evde -annemin evinde- bu odada, bu laptopta yazmıştım ilk yazımı bu sayfaya... 1 yıl önce. talaştan dönmüştüm yine. yine biraz buruk, biraz yorgun, çokça mutluydum.
1 yıl önce... sevgiliye taşınmayı planlıyordum. istinyeye o zamanlar. arkadaşlarımı özlüyordum. üniversiteyi sevmiyordum.
büyük atılımlar yapmadım belki bu bir yıl içinde. kritik kararlar vermedim. hayatımı değiştirecek önemde olaylar yaşamadım öyle. sessiz sessiz, içime sindire dindire büyüdüm.
bisiklet aldım, hisarüstü'ne taşındım, çello çal(ış)maya başladım. bir kaç güzel fotoğraf çektim. bir kaç güzel yeri gezdim. bir kaç güzel dost edindim.
sıklıkla yazdım bunları. kaybolmayacaklarına emin olmak istedim.
kaybetmemek ve kaybolmamak istedim.
işte bu akşam, -gece vs.- talaştan döndüm. sencer, ata ve evrim ağaçlara çıktıklarında aşağıdan -yine- güldüm. vak vak dansları yaptım herkesle, nasıl göründüğümü önemsemedim. moda sahilde kayalıklarda oturdum. huzur! dedim. mutluluk... dedim. melike'yi darladım.
belki de ağustosta kabak'ta, dedim. kabul edildim.
işte benim sayfamın 1. yıl dönümü bugün. nice yıllara ben.

uykukardeşim, ver elini
usul usul, damla damla
beraber
eriyelim
eriyelim

Çarşamba, Haziran 21, 2006

cunda

zeytinyağı= güzellik + sağlık = ayvalık

fasıl bitti. yorgunluklar bitti. yollar başladı. çoğu uykulu, azı romanlı. sonra yollar bitti, cunda başladı.

çok yazasım vardı. ama galiba geçti. çok konuşasım vardı; çoğu bitti, azı kaldı. dinleyecek varsa beri gelsin. yoksa herkes bassın gitsin.
bu gece de yazmassam biliyorum, kalacak. unutulacak. unutmak değil, biriktirmek değil mi didi? işe yaramasa da..

işte cunda. hani bir zamanlar vardı, o kadar küçüktük ki kiraz yerken yanaklarımız şişerdi. bir kirazdan küçüktük yani, düğme gibi. öyle oldu. baktım kiraz normal, ben normal. demek ki, neymiş, çocuk kalmış. biraz öyleydi işte.

gece erken yatılırdı. yorulmuş olurdu insan. "erken yatarım, erken kalkarım" bir şarkı vardı. bol bol erken yatıldı ama kalkılamadı pek: boğaziçi yormuş adamı. öyleydi biraz da.

yokuş çok dikti, çok uzundu bir zamanlar. pek o kadar değilmiş dendi. her gün inildi çıkıldı, denizde "sayı" yapıldı. hele bir gün kimseler yokken, deniz sadece benimken uzun uzun, mutlu mutlu yüzüldü. su soğuktu, hava sıcak. yengeç vardı.

tilki vardı, ağaçkakan vardı, yılan vardı. saksağan yavrusunu besledi, sabah erkenden klasik müzik eşliğinde kuş sesleri dinlendi. kuşların kuyrukları, uçuşları, yuvaları birbirinden ayrıldı.

eşek vardı. keçi vardı. keçi sütü, keçi peyniri, hayteliye. keçi peyniri ve deniz börülcesiyle içilen rakı. ateşte oğlak etiyle içilen şarap. dedeyle karşılıklı.

hayteliye ye ye. sakızlı, üzümsulu, zeytinyağlı kurabiye, ki bir orda var galiba. medea'yla nescafe, çay.

bahçelerde domates, biber, çilek! bağları budamak vardı bir akşam üstü. toprağa dokunmak. sanki her şeyi toprakta bırakmak. dalından koparmak. dalından kopmak, kopmamak.

balkonda yoga, kuzenin tavsiyesi üzerine. önünde sere serpe deniz, sağda solda dal dal, yeşil yeşil "delice, delice" zeytin. çok sevdiğim salonumdan da güzel.

taş kahvenin orda gezinti vardı birde. yolda her şeylerden yenilirdi. artık daha değerli gibi mide. orta kahve, ada çayı, tost. her yerde amcalar. amcalardan oluşan, amcalara dönüşen, amca suretinde bir köy. ve bir anekdot: gürcistanda yabancılara akrabalık belirten sözcüklerle yaklaşılmıyor. ve burası türkiye, herkes amca, teyze...

ve şimdi istanbul, yeniden. eskisinden daha da güzel, ki istanbul her zaman güzel. ama bakıyorum da, orada kalan, yazılmıyor uzaktan.

didili(x2), meykeli, atalı, salatalı gün.


ikinci ben yazıyorum. ikinci ben. erenköy dolmuşundaydım, geç kaldım.

öyle özlemişim, hepimiz bir masada. 17 bira, 80 küsür lira.

ayaklar sağa sola sağa sola. hayır; benimkiler çirkin, benimkiler saçma. üstelik odaklandın mı tam bir surat, o derece tuhaf.

tekir kedi bilmem; bir kuzgun, bir kelebek.

sağa sola, sağa sola.

hayır başım dönmüyor, dönen dünya.

Pazartesi, Haziran 12, 2006

cunda


yıkık değirmenlerin tepesini beklediği köyden aşağı inilir akşamüstleri. balıkçı barınağı, taş kahve, sıra sıra 'tostçu amcalar'... adacayı ve ayvalık tostu; ve kırmızı rugan papuçlarla.. çocuksu beyaz ten güneşten kızarmıs, tuzu yıkanmamış saçlar beyaz hasır sapkanın altından salınmıştır. tüm gün koşmuş, yüzmüş, yorulmuş beden kahverengi meysu şişesindeki kayısı suyuyla avunur.
yıllar geçse de kediler ve minik adacıktaki yaşlı yapı silinmez hafızadan.
ve belki de bu yüzden; ayvalık, hep biraz çocuk kalır.

bu gece çıkıyorum yola. bir hafta boyunca yüzme, yoga, kitaplar, müzikler, dede, fotoğraf çekmek.. ve sevgiliyi özlemek, anneyi özlemek, babayı özlemek, müge'yi özlemek.

Perşembe, Haziran 08, 2006

ortaçgil'i sever misiniz? öyleyse devam...


bir kaset vardı. üzerine bir şeyler çekilsin diye boş satılanlardan. yeşil kağıdında annemin el yazısıyla "b. ortaçgil" yazıyordu. sonra ben omzuma gitarımı asıp "benimleeee oynar mısıııın benimleeee" şarkısını dilime doladığımda, "benim şarkılarım bunlar!" demişti annem.

aslında, belli bir duyarlığı tutturduğun yıllarda "senin" olmasına karşı duramayacağın şarkılar onlar. böylece herkesin. annemin, benim, müge'nin, didi'nin, beste'nin... herkes için başka yıllar, başka kokular. bende çokluk lise2, okuldan çıktığım bir an: bahar, birden yumuşamış, şeker gibi hava, ağaçlarda çiçekler, renkler pastel tonlarda çok çok pembe. ya da çok kar yağan bir gün nargile içerken..

didi 1. sınıfı bitirmişti. "çok değiştim" diyordu. "ortaçgil'i sevmiyor musun artık?" dedim. "dinlemedim uzun zamandır." dedi. masaya baktık.

dün akşam jazz cafe'deydi ortaçgil, bu sezon son kez. annem ve müge'yle ben yine ordaydık.

"her şey olur, her şey büyür
her şey geçer, hayat kalır.."

Salı, Haziran 06, 2006

oi va voi!


balkonda oturmuşum, anoreksinin ekonomi politiği üzerine foucaultcu bakışlar atmaya çalışıyorum. "oi va voi" çalıyor, ibranice aman tanrım! demek. I refuse to replay the mistakes that we made yesterday, diyor kız. halbuki ben tekrarlıyorum hatalarımı, bir final paperı daha teslim gününe kaldı...

ya anne yazacağım sen merak etme! fikirlerimin oldunlaşmasını bekliyorum.

bu arada bir kumru bana aşık oldu galiba o dala konuyor seyrediyor, bu dala konuyor göz süzüyor, yanıma kadar gelip konmaya cesaret edemiyor. kafasına ekmek atmak suretiyle aşkına karşılık versem korkar, kaçar mı?

Pazartesi, Haziran 05, 2006

otoportre



belki otoportöz bir insanım.

"...Diğer yandan, otoportre, narsist bir dışavurumdur. Meşrulaştırılmış bir teşhirci fantazidir. Estetize edilmiş bir kendini tatmindir. Kristalize edilmiş bir egosantrizm göstergesidir.

Fotoğraf eğer zamanın çürütücü etkilerine karşı bir meydan okuma ise otoportre, fotoğrafçının bu deneyimi sadece dış dünya ile kendi kendisiyle de gerçekleştirmesi; sanatçının varlığını nesneleştirmesi hatta fetiş haline getirmesidir..."

belki de sadece "sabit bir aynanın yorgunluğuyum..."
ve aynayı kendime tuttuğumda yine yansıyor dünya, bana ve başkalarına.

alıntının tam metni için: fotografya, sayı 13

Pazar, Haziran 04, 2006

alışveriş merkezlerinden nefret ediyorum.


mahmuş yüzünde son derece sabırlı bir gülümsemeyle kızını reyonlardan reyonlara takip eder: "bir şeye ihtiyacın yok mu kızım - bak istiyorsan istemiyormuş gibi yapma - çok güzel etekler var bak seversin - kızım tişörtler- bikinin var mı - bikini - bik..." göz göze gelir gülümserler. o sırada arkalarındaki kız kocaman gözlerle "vallahi ben hiç böyle yapmam. bir sürü bikinim var yeni modeller çıktı mı dayanamıyorum. hemen alıyorum." güzelim ben seni direkt sevgiliye havale ediyorum, bizim "adbuster"ımız o. ama sormadan edemiyorum: niye ki?

yani nasıl dayanamaz insan? kabul ediyorum benim de obsesif hallerim var. o 200 milyonluk şapkanın önünde kuzu gibi baktım ben de dakikalarca. [ yüze kısa dantel duvak düşüyordu, suç bende değil :P ] ama bu başka bir şey. bir sürü bikinin varken zaten bir öteki olmasınca eksik mi kalıyorsun yani? yeterince güzel mi olmuyorsun? plajda falancanın bikinisi şöyle de güzelmiş mi densin istiyorsun? sen bikini misin, etek misin, ayakkabı mısın be kadın?

[bir kaç hafta önce okulda bir karşılaşmaya şahit oldum. iki türbanlı kız karşılaşıp sarıldılar. sonra dedi: bu başörtüyü bir yerden tanıyorum dedim. işte böyle biz kadınlar birbirini başörtüsünden, ayakkabısından, çantasından tanır olduk. ne acı! bizim suratlarımız var yahu.]

her yerde boy boy posterler, reklamlar, afişler. üzerlerinde fıstık gibi kızlar, filinta gibi çocuklar, tornadan çıkmış gibi, yapay, uyduruk. yüzlerde tuttuğumukoparırım bakışları, abartılı, saçmasapan bir seksapel. güzelim, isteniyorum, ben buna değerim. sen de bu zamazingoyu giy sen de "buna değer ol". ama bunu giyebilmek için önce şu hapları iç zayıfla. bu arada bu tatlıları ye şişmanla. sonra bu hapları iç zayıfla. bu arada pilates, yoga yap hem bilgeliğe kavuş, hem zayıfla. zayıf olmazsan değersiz olursun. bunları satın almazsan kimse seni sevmez. resimdeki yakışıklıyla asla tanışamazsın. tanışsan da arkandaki dolgun saçlı kıza yazılır zaten.

böyle bedenler inşa ediliyor. 30 kilo -ya da olmak gayretinde-, topukları olmadan yükselemeyen, takıları, kıyafetleri olmadan güçlenemeyen, hep bir rekabet halinde ve kaybetmeye mahkum, arzulanmaya aç falan.

sonuç: bok ki ne bok.....

Cuma, Haziran 02, 2006

balkon sefası

bu evi ilk gezdiğimizde en çok balkonu dikkatimizi çekmişti. [bir binalık kadar boş bir alana bakıyor, ki orada bu mevsimde bembeyaz çiçekler açıyor.] taşındıktan sonra da, havalar soğuyana kadar, tüm yemekleri orada yedik. çaylarımızı orada içtik. mumlar
yakıp şaraplar açtık. sonra dondurucu kutup soğukları geldi. kapımızı bacamızı sıkı sıkı kapattık. kalorifer peteklerinin önünde büzülüp, küçülüp adeta nefessiz yaşadık. ama yaz biter yine gelir. geldi işte!


vee, balkonumuz 2006 ilkbahar-yaz sezonu için
kullanıma açıldı.

balkonumda fotografik anlar
- ya da konuyla ilişkisiz karga




balkon oldu mu olmazsa olmaz nedir? elbet saksı saksı çiçek. anneannemin balkonu öyle; rengarenk, bıcır bıcır. insanın içi açılıyor orada otururken. didi de öyle. hemen her gün yeni bir çiçeğin haberini alıyorum.

[didi "hayatını adadı bu işe". hatun sistematik bir biçimde bahçevanlık yapıyor. hatta bir de blogu var, çocuklarını herkese gösteriyor. işte burda. ]


ama kıskandım doğrusu. kaç yıllık (11) arkadaşımsın, benim çocuklar senin sayılır, bir el atsan elin mi kopar [:)] dedim. o da tamam, haftaya söz! dedi. hatta hemen araştırdı internette. ve bana bu soldaki çiçeği buldu. geceleri açıyormuş, yere yere bakıyormuş. çok karizmatik bir çiçek. [ayrıntılı bilgi için buraya bakılabilir.] haftaya arayacağız kendisini. hemen kafamda yerleştirdim balkonuma. gerçi, bana canlı gelen ölü çıkıyor; bir bereketsizlik, bir uğursuzluk var ellerimde ama...
didi bir kere söz verdi. şöyle yap böyle yap diye öğretecek bana.



umarım, başarabiliriz canlı bir şeyler bakmayı. ikinci adım akvaryum..