Pazar, Nisan 30, 2006

uzo-sirtaki-buzuki-yannis-ritsos

2-7 mayıs arası atina'dayım...

uyku perisine


gece üzerimde tüy gibi hafif.. kalın bir yorgan gibi çökmüyor ki uyuyayım.. saatlerim geç. üç dört akşamüstü kadar geç. bekliyorum. uykumu.

Cumartesi, Nisan 29, 2006

cumartesi gecesi konseri : zoltan kocsis

W.Amadeus Mozart - K.475 No:3 Do minör, Fantasia
Ludwig Van Beethoven - Sonat: Op 111 Do minör
Franz Schubert - Sonat: Si Bemol Majör

üstelik "dahi", "piyano kralı", "klavye mucizesi" Zoltan Kocsis çalıyor. kendi kendime cumartesi gecesi konseri. belki de olabilecekler arasında en iyisi. sadece dinlemek değil. piyanonun üzerine yansıyan tavan süslemeleri, seyirciler, susuşlar, alkışlar.. 8 sene önce orda bir salonda müzik yapılmış olması ve bu gece benim burda, annemin televizyon odasında o konseri seyrediyor olmam, seyirciler arasında belki bugün çoktan ölmüş insanları görüyor olmam..

kendimi kaybettim galiba, "separation of time&space", soc101 :) ! olur arada..

Cuma, Nisan 28, 2006

simi'nin yorumu üzerine pembe ve siyah

sevgilinin benlik yönetimi üzerine bir teorisi var. daha geçen gün bildirdi felsefecilere. postmodern insanın bölük pörçüklüğünü baz alıp "bölünerek çoğalmanın etiği"ne varıyor. bol bol yaşamalı diyor felsefeci. benliğini bölüp farklı zaman dilimlerinde farklı insanlar olmalı ve bunu sonuna kadar yaşamalı. sadece roller ve kimlikler değil bahsettiği, daha çok insanın içinden harekete geçen bir şey. bu kadar basit değil elbet. kendisi de yazacak -umarım- yakında sitesine. okursunuz...

ben, tabii kuramsal olarak güdük olsa da, bunu hep düşünmüşümdür. her şeyi yaşamalıyım, diye üzerine basa basa çok kişiye, defalarca söylemişimdir. hatta -kendimize isim taktığımız dönemlerde, didem iyi bilir- içimde var olması olası kişilerden üçünü seçip isimlendirmişimdir. onlardan biri didem'in çok sevdiği martı'ydı, siyah giyinir, daha çok dünya ile entellektüel ilişkiler kurardı. bir diğeri ise küçük bir çocuktu, naif ve kırılgandı, pembe giyerdi.

[böyle biri mutlu diğeri mutsuz gibi bir şey yok. ÖSS'ye hazırlanırken azdı mesela o pembeli olan. okul forması pespembe kesti. çorap pembe, ayakkabı pembe hırka pembe. koca kız pamuk helva gibi gezdim bir yıl..]

bir sene oluyor gene hakimdi. (ben bunu biraz da fransızca öğrendiğime yoruyorum. haftada 6 saat 50 kelimeyle düşünmekten 2-3 yaşındaki bir çocuk moduna girdim iyice. yok kardeşim belli bir yaştan sonra dil öğrenmemek lazım...!) sayfam da pespembeydi işte. ama geçenlerde o kadar gözümü rahatsız etti, o kadar battı ki bana sayfanın rengi, anladım, siyah vaktim gelmiş benim.

her yetişmekte olan weberci insan gibi ben de tutarlı bir bütün haline geliyorum galiba zaman içerisinde. o ilk gençlikteki karmaşık ruh, bölünmüş benlik falan giderek silikleşti, yoğuruldu, bir araya geldi. "sağlıklı sosyalleşmiş birey" oldum. artık tanıyorum kendimi, ve biliyorum -hemen hemen- şeylere vereceğim tepkiyi. ama yine de, böyle bir pembe-siyah gelgiti kaldı bana yadigar, belki bunun bana vermiş olduğu yetkiye dayanarak bölerim ileride benliğimi, kim bilir!?

şimdilik siyah...

yaşasın asabiyet!

Salı, Nisan 25, 2006

çığ gibi büyüyen asabi politika hareketi - ya da zoraki kahraman

aşina olmayanlar için değineyim, boğaziçinde böyle bir her koyun kendi bacağından asılır atasözü parola gibidir. sınav öncesi üç beş kişi bir arada çalışır belki, ancak bir fayda bir çıkar varsa. ...gibi genellemeye çok yatkınım. ama geçtiğimiz hafta boyunca bana bunun aksini gösteren çok heyecan verici bir hadise yaşandı.

geçen haftasonu hiç memnun olmadığım bir dersin vizesine çalışacaktım az kalsın. "hiç memnun olmadığım"; çünkü öyle menem bir şey ki ne dersi çekilir, ne kitabı okunur, ne ödevi yapılır... öyle bir şey. "az kalsın"; çünkü derse başlamadan önce içimdeki eleştirel damar kabardı, yahu ben bu düşündüklerimi bir yazayım hocaya, içimde patlamasın dedim. sonrası çok komik. önce bir email adresi aldım: asabiogrenci@... diye. adımı göstermeyeceğim ya. yazdım bir güzel. dersin şurası şöyle burası böyle, diye. bir de temkinli olmak adına tuttum bu yazdığımı asabiogrenci adresinden kendi adresime gönderdim. işte ölümcül hata o noktada gerçekleşti. bir anlık heyecanla tuttum kendime gelen maili, kendi adresimden, reply ettim, aynen hocaya gönderdim. "sent" yazdı. "ahhh" dedim.

geçmiş olsun. giden gitti. ne yapsam ne etsem, ulen yarın vize var, derken ikinci hata: bir mail daha attım hocaya, subject kısmında "aman hocam diğer mailimi sakın açma, virüs var!" nerden aklıma gelmişse...!

bir iki dakika sonra cevap geldi: virüs yokmuş, baktım.

ben de hemen dersi bıraktım :)


ertesi gün okulda bir dedikodu tufanı. benim hikaye dilden dile, kulaktan kulağa büyüdü büyüdü, ikinci kısmı unutuldu, ilk kısmı daha bir süslendi. en sonunda politika sınıfı benden bir halk kahramanı yarattı. meğer ne çokmuş derslerden, işleyişten şikayetçi olan! bir kaç gün içerisinde herkes birleşti, toplantılar yapıldı, metinler yazıldı, imzalar toplandı, hocalarla konuşuldu... bütün bunlar olurken, kantine giriyorum, söz gelimi, bizim sınıftan insanlarla karşılaşıyorum, offf alkış, kıyamet. işin aslı nasıl unutuldu, benim bireysel depresif hallerim nasıl kollektif bir kimlikte vücut buldu!?
[artık bir şefimiz var! her belayı o savar!]
en sonunda insiyatifimize bir isim de verildi: asabi politika hareketi.

bahar tatilinden sonra bir forum düzenlenecek hazırlık dahil 5 dönem politika öğrencileri tam kadro öğretim görevlileriyle... hey anam hey!
sonra da fasıla gidilecek.
:)
şaka maka, ben ilk kolpa kahramanlık sonrası çok da dahil olamadım çalışmalara, ama çok takdir ettim. önyargılarımdan utandım.

severim güneşi ve çimlerde oynamayı

ayşin ve beste. uluslararası ilişkiler
vizesinden önce. kuzey çimler.

..

..

Pazartesi, Nisan 24, 2006


gunesli gunlere...!

Çarşamba, Nisan 19, 2006

yeni arkadaşım

Tesadüflere mi inanmalı, gerekliliklere mi, kadere mi? Sanki her şey önceden hesaplanmış, hayatıma kimler girecekse tek tek saptanmış.
dün akşam petekte otururken ve konuşurken ve anlarken, böyle dedi -nasıl olur, istanbul'da 6 milyon kız var, neden sen, neden ben... kader mi bu, dedi.
daha önce de oldu böyle şeyler, alışığım aslında. ama hala şaşıyorum, hala seviyorum dünyanın oyunlarını; dün gece iki kızıla boyalı saçlı, mor converseli kızı boğaza karşı yan yana oturtan, kıkır kıkır güldüren minik hesaplarını.

Cumartesi, Nisan 15, 2006

so blue... ya da siyaset biliminin insandan götürdükleri

bir yanlış karar ya da karar verilmeden yapılan bir iş insanın hayatını nasıl mahveder... işte benim bütün hikayem. iyisiyle kötüsüyle bir tane hayat var elimde ve çeşitli baharatlar bu hayattan ne pişer diye. bazı şeyleri yapmak hoşuma gidiyor, hep böyle üzgün değilim. güzel bir müzik, iyi bir roman, yakın bir dost... küçük anlar, ve kısa anlardan medet uman sıradan bir insan işte, topu tamamı. bütün gün sıkılıp bunalıp akşam bir saatliğine kafamı dinlesem kar gibi. ya da şimdi çello çalmaya çalışıp yayın ağırlığından ruhuma bir parça anlam katmaya çalışır gibi. onun dışında sık sık sinir krizleri, ağlama nöbetleri, isyanlar. en büyük dert de bu okula nereden geldim.
[aslında benim için tuhaf bir şey değil bu; xxxx'e mesaj göderin falınız cebinize gelsin mesajına da cevap veririm ben, otistiklik var biraz, daha doğrusu komutlarla yaşama işte. düşünmeden. karar vermeden. bir zamanlar birileri çalışan kazanır, sen de çalış kazan, falan demiş besbelli ben de herkesin gittiği yoldan gidedurmuşum. sonra birden durmuşum. kendimi bomboş bulmuşum.]
ilkokul 4. sınıftaydık. sınıf arkadaşlarımı örgütlemiş, bir oyun çıkartalım demiştim. olmadı sonra, çalıştık falan ama beceremedik, tam hatırlayamıyorum. ama hep "tiyatrocu" olacaktım o zamandan sonra. bir yandan da bale vardı zaten.
sonra orta 1'de tiyatro insan'a gitmeye başladım. ama nasıl, sabah akşam. akımda başka bir şey yok. sonra okulda devam etti. liseye geçti benle, atölyelere girdi çıktı, kuram kuram kitaplar devirdi, bordo bordo perdeler önünde ışıl ışıl gözlerle bekledi. şimdi bana çok uzak, çok yabancı bir heyecandı o. çocuk gibi, deli gibi bir şey. tadını, rengini unuttum ama kokusu aklımda az çok. toz, pudra ve hipnotik poison. başka biri olmak, ne kadar da deli manyak bir şey, aklım almıyor. dedim ya şimdi çok uzağım o ruha.
lise sonda bir şeyler oldu, hatırlamıyorum. boğaziçi üniversitesi'ne girdim. siyaset bilmeye çalışıyorum. haftada bir gibi dönemsel delilikler yaşıyorum. oturuyorum. oturdukça içime rum ateşi döküyorlar. ben de ağlıyorum.
[ağlayamayanlar için teknikler vardı, spota bakarlardı. ben ağlardım, eşek gibi her anı yaşardım.]
bugün öyle bir gün biraz. ben ne yapıyorum yahu günü. hayallerimi kaybettim günü. olmak istemediğim biri mi oluyorum, biraz da; hatta, bu hayat bana ait değil gibi, az buçuk.
bugün konservatuvar sınavlarını araştırdım. 21 yaşını doldurmamış olmak gerekiyormuş. ben 21 yaş 5 aylığım.
ben tam bir aptalım.
neler olacak belli aslında, bundan gayrı yazılmış tirad. okul ıkına sıkına biter. boktan bir şirkette işe başlanır. ayda bir tiyatroya gidilir belki. hiç umutlu değilim ama cumartesi falan vakit ve para bulunursa çello hocası gelir. sıkıntıdan her gün daha çirkinleşen yüzümün çizgileri boktan bir dizi karşısında gevşer, uyuyakalırım.
rüyamda belki o kıpır kıpır hisleri duyarım karnımda. perde açılmadan az önceki. uyanınca hatırlamam. bir hata ya da şaşkınlık ya da dalgınlık anında giriverdiğim büyüklerin dünyasında var olmaya devam ederim. belki.
olmak ya da olmamak
işte bütün mesele bu.

Cuma, Nisan 14, 2006


yossi lemel.

benden bunlar bunlar

leylekler geldi, bahar geldi, ilk kısa kollu denemeleri başarıyla sonuçlandı.
zaman çok hızlı aktı.
sınavlar geldi, okumalar -hala- yapılmadı.
ama şöyle bir şeyler oldu:

-avrupa sosyal forumuna gitmek için başvurduk.
pasaport yeniletme için ordan oraya koşturduk. yollarda yel vurdu, mu denir, hasta olduk. bir hafta yattık. [hastalık, yel vurması falan sadece bana oldu ama çoğuk kulağa daha güzel geliyor galiba :) ]

-çok korkunç bir rüya görüm, dudağım uçukladı.
[iki elimle büyük jestler yaparak isa'ya bir şeyler anlatıyorum. bir şeyler için özür diliyorum. bir şeyler için ondan yardım istiyorum. sanki beni duymuyor. o sırada, bacakları olmayan bir melek uçarak arkamdan yaklaşıyor. kartal pençesi gibi elleriyle omuzlarımdan tutup kaldırıyor beni. yukarılardan aşağılara bakarken, ve korkarken, mezarlığın üzerinde olduğumuzu görüyorum. öldüm mü ben şimdi, diyorum. evet, diyor. ve korkarak ve ağlayarak, kim gömdü beni, diyorum. aşağıyı gösteriyor, bakıyorum. ben, kefenimle falan, kendi kendime uzun bir kuyuya benzeyen mezarıma girmeye çalışıyorum.]
uzun zamandır kabus görmüyordum. en fazla kaçmaca kovalamaca, ya da klasik kendimi savunurken sesimin kısılıvermesi. bir hafta oluyor bunlardan uyanalı, kendime gelemedim hala.

-yossi lemel'in patlayıcı fikirler sergisini gezdik.
"adbuster abiler bunlar" dedi sevgili. grafikçi, reklam ajansı sahibi. bir yandan güçlü müşterilerine parlak fikirler bulurken bir yandan da sarsıcı politik afişler yapıyor. israil-filistin sorununa ilişkin "sınır" fotoğrafları, kavanozda ölü bir güvercini gösteren peace isimli işi falan çok güzeldi. bir siyaset bilimci olarak, içimden hep "ben de böyleee" dedim.

-maya deren'le ilgili bir belgesel seyredip maya deren olmaya karar verdim.
[sevgilim sağ olsun.]
şimdilik filmlerinde kullandığı tek notalık çello partisini çalışıyorum :Pp

-yo-yo-ma dinledim.
çok iyi bir çellist, herkeşler dinlesin.

-çok korkunç bir kadın -ya yok aslında sevimli- bize fal baktı.
her zaman inandım, her zaman inanacağım. kadınlı ailelerde çocuklar fallarla büyüyor galiba. nazar boncuklarıyla, okumalarla, telvelerle... bizde de her zaman -teyzem geldiğinde- kahveler pişer, fincanlar kapatılırdı. biraz oyun, biraz merak.
beyoğlundaydık. somonlu salata ve limonata. sevgilinin irlanda'daki işe başvurusu aklımızdaydı. sonra benim falcı kardeşim bir ampul gibi yandıp söndü sağ üst köşede. [hakikaten öyle ama, sabah kahvaltısını eder, kahvesini pişirir, falına bakar... ritüelöz biridir:) ] aradık sorduk, nerede fal baktırırlır en güzel diye. dedi krişna diye yeni bir yer açıldı hayal kahvesinin yanında. gittik.
neyse, kahvemizi içtik bekledik. sarışın, kısa saçlı bir kız gelip oturdu. necati'ye dönüp hani inanmıyordun fallara, diye başladı konuşmaya. sonra 15-20 dakikada bilimin ışığıyla aydınlanmış zihinlerimizi -benimki gerçi kapkara, hatta bembeyaz, tabula rasa- altüst etti.
ben acayip sanatçı ruhluymuşum bir kere -teşekkürler teşekkürler- bir çok alanla uğraşıyorsun ve başka bir meslekte -bankacılık dedi tipik- hiç mutlu olamazsın dedi. çok da şanslı bir hatunmuşum, ama elimdekiler içerisinde hiçbir şeye yoğunlaşamıyormuşum; ikinci kısmını biliyorum gerçekten. çok bayraklı bir şirkette 1,5 sene kadar çalışacakmışım ama mutlu olmayacakmışım, bırakacakmışım. içimde bir anane bir de yedi yaşında çocuk varmış. bu anane psikolojisinden kurtul artık dedi. 2 senedir öylece oturuyorsun, elindeki ve içindekilere rağmen, nedir seni böyle oturtan, dedi. bıyık altından gülüş yaptım. sonra necatiyle hiç tanışmamalıymışız biz meğer. -bir hafta sonra da zaten sorun çıkmış dedi ya yuuuh!- ama artık kader ilişkisi olmuş. ikimiz de yurt dışına çıkacağımız halde oralarda buluşma şansımız varmış. sonra bir sürü tarihler olaylar, yakın ve uzak geleceğe dair.
kızın adı dilek. her şeyi "şöyle şöyle şöyle, diyorlar" diye anlatıyor. diyenlerin adını bilmek istemiyorum. ama biraz ara koyduktan sonra tekrar kıza gitmek istiyorum.

-yay çekemedim.
çok zor, çıldırtıcı.



böyle kısa kısa geçtim işte. daha sonra ayrıntılı yazacağım, kendime.

Pazar, Nisan 02, 2006

renkler ve leylekler ve charlie parker

geç uyanmak ve bunu dert etmemek.. bir şeyler okurken pencereyi açmak ve üşümemek.. kuş seslerinin, çocuk seslerinin birbirine karıştığını duymak ve ne kuşlara, ne de çocuklara özenmek.. "kahveyi artık azaltmış"ken -ve belki de daha çok bu yüzden- bir fincan irish creami koklaya tada, keyfine vara vara, uzun uzun içmek.. charlie parker dinlemek.. masanın dağınıklığını bile bir fotoğraf karesi estetiğinde görmek.. locke'tan, hobbes'tan kafamı kaldırıp "birşeyler yazayım" demek.. ve derken ve gülümserken carlie parker dinlemek.. tüm saatlerin akşamüstünü göstermesi.. balkonda oturmak, askılı bluzla hani.. bahar dalları falan.. ve renkler ve ışık.. saksafon hani.. bir martıyı takip ederken gökyüzünde, birden, çok daha yukarılarda sanki kayar gibi uçan 3 tane leylek görmek..

[ve ben zaten hiç kaçırmazdım gelişlerini demek. yıllarca her bahar izledim, hep öpücüklerimi gönderdim, iyi ki geldiniz, iyi ki havada gördüm sizi, bu yaz kanatlarınıza takılıp gezeceğim dedim, demek. sonra iki yıl göremedim ve tek suçlu okuldur dedim, demek. sonra bu bahar bir kaç hafta önce yaban kazlarını takip etmişken havada şimdi bu öncü üç leylek ve bir kaç dakika sonra çok daha kalabalık bir grup, öbek öbek, daire daire.
]


fotoğraf makinam burada değil şimdi ama tüm geçit töreni gözbebeklerimin gerisinde hapis. eski baharlarda olduğu gibi. yeni baharlarda olacağı gibi. bir yerlerde bumbum bas, kadife kadife saksafon.

Cumartesi, Nisan 01, 2006


Baslangic

Doganin bana verdigi bu odulden
Cildirip yitmemek icin
Iki insan gibi kaldim
Birbiriyle konusan iki insan.

.

Edip Cansever

akşamüstü güney kampüs




sevgili mezun olacak bu yıl. düşünmesi, karar vermesi gereken yığınla şey var. ne masterı yapacak, çalışacak mı, askere mi gidecek... benim daha uzun bir zamanım var önümde. ama biliyorum, yetmeyecek. picasso geldi istanbul'a, aylarca kaldı. ve sırf aylarca kaldığı için, belki de, biz gidemedik! çünkü hep bugün-yarın dedik. büyük kararlar da aslında bu yöntemle alınıyor buralarda. hele bi 4. sınıf olayım da... diyeceğim. aklımın bir köşesinde "deniz kenarındaki iki katlı evin balkonunda yeni romanı üzerinde çalışan genç kadın" resmi kalacak. belki birilerinin yardımıyla ayarlanmış stajlar, biri el atar da iteklerse başlanacak bir iş.. belki, bilmiyorum. burada herkesin planları var gibi, halbuki. akıllı insanlar. önlerindeki 10-15 yıl planlı. ben bugün babama, müzisyen olacağım, dedim. ne bileyim, belki de onlar ben bilgisayar mühendisi olacağım ve zıkkımınkökünde 5 yıl çalıştıktan sonra armudunçöpünde daha yüksek bir kademeye sıçrayacağım dedikleri için -ki duydum!- böylesine mantık sınırlarını aşan, ipe sapa gelmez bir tepki duydum okula ve insanlara karşı. daha da yapmayacağım ya, çok saçma. belki de bir an önce büyümesi gereken benim. küçük kafalı olmadan. kendimden nefret edecek şeyler yapmadan.

yine de biraz daha sonra karar vereceğim ne yapacağıma. 3. sınıfta mesela. 3. sınıfın ortalarında, 2. döneminde falan.. şimdi misler gibi bir uyku çekeceğim. çünkü, uyku baldan tatlıdır.