Çarşamba, Mayıs 31, 2006
kybele şiir dergisi
zaman zaman diyorum ya, kadıköy'de hayat şöyleydi, böyleydi. lisemiz öyle güzeldi. bilekliklerimiz, ayakkabılarımız şöyle renkliydi... bir de şiir defteri tutma huyumuz vardı o günlerde. ben mor kalemle yazıyordum ve defterimi hep çantamda taşıyordum. sonra ilk dersin başlamasına bir saat kala okula geldiğimde, ki günün en güzel anları oralarda asılı dururdu, çamlıkta denize nazır bağdaş kurmuşken sigaramdan bir nefes alır, kucağımdaki defteri fısır fısır okurdum.
edip cansever, cemal süreyya, o zamanlar daha çok küçük iskender, elbette nazım hikmet, pablo neruda, yannis ritsos ve dahası... annemin şiir kitaplarını, ya da benim kelepir'den, alkım'dan aldıklarımı baştan sona, ayakta, yüksek sesle okurdum. (kapımı bacamı kapatıp tabii, aileden -tiyatrocu da olsak- utanarak) eeen güzellerini işaretleyip hali hazırda olgunlaşmamış el yazımla defterime geçirirdim.
bir de kybele şiir dergisi vardı. liman'da, renkli zarfların içinde, tek sayfa olarak satılırdı. en önemli kaynaklarından biriydi defterlerimizin. sonra yok oldu; aradım, sordum, google'a yazdım falan, yok yer yarılmış da içine girmiş.
geçen gün türkiye siyaseti çalışmamızın en verimli yerinde(!) konu türk edebiyatına gelince, dergiyi sordum kızlara, duyan bilen var mı diye. varmış. beste -ki bu beni şaşırtmadı, ben bir şeyler yaşarken o da omzumdan bakıyormuş belli..- izmir'de alırmış kybele'yi.
defterimi aldım raftan, uzun bir mesut albayrak şiiri okudum onlara, kybele'de okuduğum. yer yer klişe buldular, belki gerçekten öyle, bilemiyorum. ne de olsa ben "benim" ilan ettiğim hiçbir şeye tarafsız bakamıyorum. işte şöyle bir şey:
ihanet krokisi
"aşk her an ihanete dönüşebilir
çünkü o reel bir fahişedir."
yaşamın beyazında baharla fısıldaş
ve bir düğüm daha at yalnızlığına
bana viyolonsel çal sevgilim,
bana güneşi, yıldızları çal.
sonra alacasına yazgının
gözlerime bir kez daha bak
ve bulaşacaksan öyle bulaş...
gözlerinin geceden korunmuş güzelliği
belirsizliğindeyken yaralı bir büyünün
ben inceltilmiş üzüm bağlarında
bin yıllık şarap şişeleriyle ağıtlandım.
aşkı geçtim, acılarımı örgütledim,
çünkü senin asla akıl bozucu bir leke olarak kalmanı istemiyorum.
ey kaldırım üstündeki kutsal gülücük
ey yaban iklimlerinin ardındaki dik başlı karanfil
bilsen ne vagonlar dolusu karanlık geçiyor yüreğimin keşfedilmemiş kıyılarından
bütün yönleriyle kalbimdeki iptal edilmiş pusula bilsen ne çok şaşırmış
ve tarih şiddetli bir çığ gibi göçmedikçe üzerimize
o geminin rotası değişebilir mi sence?
dehşet gözlüm!
yoksunluğunun varlığıma vermiş olduğu ad
deniz sokağındaki yosun ve kemik kalıntısı,
bütün orkidelerin yaban domuzu çiftliğimden çıkmış olma olasılığı,
yani haklılığımın haksızlığın arkasına
itina ile mıhlanması demektir.
ve sağlam sütunlarla inşa edilmiş insanların bahçesindeki
eğik başlı bir papatyadır hayat
gülüşü olmayan aşk avası
katil anatomisi
ya da okyanusun ortasında gün ortası uçmayı başarabilen bir yarasadır, ne dersin?
bildiğim her şeyi, bildiğim herkese, bir panik duygusuyla
anlatabilir miyim sence
ve bizden öncekilere
çağından koparılmış bir yazgı içinde fosilleşip
mor/mavi/yeşil...
anlatabilir miyim dersin?
anlatamam...
ne de olsa bu öldürüsü bir kaos
anlatamam çünkü:
yağmalanmış bir aşkın adresi olmaz...
M.A.
ps. bu arada internette aradım şairi az önce. islami, tuhaf bir şiir çıktı. o olsun istemedim. o değil.
Perşembe, Mayıs 25, 2006
dönemin ilk finali tarihin tozlu sayfalarında yerini aldı.
fransızca finali piyasaları salladı. iki gündür yavaşlata hızlandıra dinlediğim, sadece arapların aksanına vakıf olabildiğim iki saatlik cd son anda sınavdan çıkarılmış. dönem boyunca yapılan konulardan bir sayfa, son hafta yapılamayan konulardan başka bir sayfa olmak üzere sınav hazırlanmış. ne diyeyim sürprizlerle dolusun erhan hoca!
oturup total serialism yazmalı... yaza yaza yaz gelmeli.
oturup total serialism yazmalı... yaza yaza yaz gelmeli.
Salı, Mayıs 23, 2006
şekilperver kraliçe
dikkat dikkat! medeniyetimiz büyük tehlike altında!
uğruna canların verildiği, tarihlerin yazıldığı, senfonilerin bestelendiği, ve dahi kıvanç sebebimiz, insanlığımız, biz... kurduğumuz yapılar, ilişkiler, iktisadımız, düzenimiz, geleneklerimiz... hepsine meydan okuyorlar. yüzyıllardır inşa ettiklerimizi yıkıp geçiyorlar. o kadar korunaklı sandığımız yaşamlarımızın ne denli tehdide açık olduğunu, ne kadar kolay yıkılabileceğini, delinebileceğini, evet bizim yaralanabilir olduğumuzu haykırıyorlar yüzümüze.
onlar: böcekler!
yüzlerce karınca, kanatlı örümcekler, çiyanlar... evimin yaratıkları. zaman içerisinde habitatımızdaki güç dengesini kendi leyhlerine çeviren, 100'ünü öldürdüğümde 1000 tanesi tezgahın üzerinde peydah olan, bu sabah elimde elektrik süpürgesiyle "pes! siz kazandınız, evrenimizin hakimi sizlersiniz!" dememe neden olan iğrenç, küçük haşereler.
o çirkin, bacak bacak vücutlarını, koca koca antenlerini, damar damar kanatlarını değil elbet, ama sanırım bu inanılmaz güçlerini kıskanıyorum bir yandan. temizleyip durduğun mutfağın içine ederim, deyişlerini; ben buralarda uçarken tuvalete biraz zor girersin, imalarını; işte bak her yanımdan bacak fışkırıyor, kaşın dur şimdi kıçımın homo sapiensi, alaylarını... o zaman ben de bir parça böcek olmak istiyorum.
[yoo katiyen kafkaesk bir şey yok burda. çok daha yüzeysel benim böcekliğim.]
okul yokuşlarında önüm sıra giden kızın sarı boyalı kafasına çantamı dannn diye geçirmek gibi, mesela. dönüp eli kafasında, n'oluyorsun yahu?, dediğinde eşek gibi sırıtıp basıp gitmek.
[haşa, kimsede paradigma kayması yaratacak kifayetim yok. zaten, ulu orta osuran-sıçan-kusmuğunu yiyen gençler popüler müzik kanallarında çokça izlenilirken, hatta her türlü köpekleşme tam teşekküllü bir biçimde normalleştirilip kanıksanırken benim proto-uyumsuz tavrımın farkına bile
varılmaz. ya temiz bir dayak yerim, ya iyi bir alay konusu olurum.]
yine de duvara karşıda dayak yedikçe kalkıp küfreden sibel kekilli gibi; zehirlenerek, ezilerek, süpürülerek soykırıma uğradıkça sanki küllerinden hayat bulan evimin karıncaları gibi... nedense bugün böcekleşmek istedim ben. öyle, maksat şekil olsun. :)
uğruna canların verildiği, tarihlerin yazıldığı, senfonilerin bestelendiği, ve dahi kıvanç sebebimiz, insanlığımız, biz... kurduğumuz yapılar, ilişkiler, iktisadımız, düzenimiz, geleneklerimiz... hepsine meydan okuyorlar. yüzyıllardır inşa ettiklerimizi yıkıp geçiyorlar. o kadar korunaklı sandığımız yaşamlarımızın ne denli tehdide açık olduğunu, ne kadar kolay yıkılabileceğini, delinebileceğini, evet bizim yaralanabilir olduğumuzu haykırıyorlar yüzümüze.
onlar: böcekler!
yüzlerce karınca, kanatlı örümcekler, çiyanlar... evimin yaratıkları. zaman içerisinde habitatımızdaki güç dengesini kendi leyhlerine çeviren, 100'ünü öldürdüğümde 1000 tanesi tezgahın üzerinde peydah olan, bu sabah elimde elektrik süpürgesiyle "pes! siz kazandınız, evrenimizin hakimi sizlersiniz!" dememe neden olan iğrenç, küçük haşereler.
o çirkin, bacak bacak vücutlarını, koca koca antenlerini, damar damar kanatlarını değil elbet, ama sanırım bu inanılmaz güçlerini kıskanıyorum bir yandan. temizleyip durduğun mutfağın içine ederim, deyişlerini; ben buralarda uçarken tuvalete biraz zor girersin, imalarını; işte bak her yanımdan bacak fışkırıyor, kaşın dur şimdi kıçımın homo sapiensi, alaylarını... o zaman ben de bir parça böcek olmak istiyorum.
[yoo katiyen kafkaesk bir şey yok burda. çok daha yüzeysel benim böcekliğim.]
okul yokuşlarında önüm sıra giden kızın sarı boyalı kafasına çantamı dannn diye geçirmek gibi, mesela. dönüp eli kafasında, n'oluyorsun yahu?, dediğinde eşek gibi sırıtıp basıp gitmek.
[haşa, kimsede paradigma kayması yaratacak kifayetim yok. zaten, ulu orta osuran-sıçan-kusmuğunu yiyen gençler popüler müzik kanallarında çokça izlenilirken, hatta her türlü köpekleşme tam teşekküllü bir biçimde normalleştirilip kanıksanırken benim proto-uyumsuz tavrımın farkına bile
varılmaz. ya temiz bir dayak yerim, ya iyi bir alay konusu olurum.]
yine de duvara karşıda dayak yedikçe kalkıp küfreden sibel kekilli gibi; zehirlenerek, ezilerek, süpürülerek soykırıma uğradıkça sanki küllerinden hayat bulan evimin karıncaları gibi... nedense bugün böcekleşmek istedim ben. öyle, maksat şekil olsun. :)
Cumartesi, Mayıs 20, 2006
cuma akşamüstü macerası ve ölümsüzlük
kutsal amaçlar, yüce duygular hükmetmiyor bizim hayatlarımıza. en uzun vadeli plan "türkiye siyaseti sınavında ne yapacağım?", ki bakıyorum o da plan değil anca kaygı, iç sıkıntısı. bu sınavlar, sıkıntılar, günlük koşturmacalar sona erdiğinde cascavlak kalıveriyoruz ortada. anlamdan yoksun. anlama aç. sevgilinin defalarca dile getirdiği üzere, yaşadığımızı hissetmiyoruz böyle olunca.
kundera ölümle ölümsüzlüğün "marx ve engels gibi" birbirinden ayrılmaz olduğunu yazıyor, o vapurun tahta sırasında otururken dizlerim üzerinde açık duran kitabında. düşünüyorum, aylarca çalışıp mesela bir oyun sergilerdik. oyun, sonu/sonucu olurdu onca çalışmanın. ölümlü mü, ölümsüz müyüz, hatırlanacak mı, unutulacak mıyız, görürdük. insanın ölümü de böyle mi, soruyorum o an kendime. herkes kendi yaşamınca ölüyor, ölümünce ölümsüzleşiyor.
tabii, istisnaları da var. unutulmayacak kadar olağandışı bir felaket, belki de böyle bakınca, mutlu bir tesadüf gibi bulabiliyor adamı. amerika'ın iran'a sallayabileceği olası bombalardan biri tutar benim kafama düşer mesela. -ki öyle bir rotadan sapma olursa kesin benim kafama düşer, o ayrı- o zaman benim sıradanlığım hiç hesapta olmayan bir aksamayla sıradışılığa dönüşüverir ve beklenmedik biçimde ölümsüz olurum.
tam bunlar, belki de zaman döngüsündeki bir aksaklıktan dolayı bir kaç saniye önce, kafamdan geçerken. tüm vapur çığlık kıyamet ayağa kalkıyor. şaşkın, kaldırıyorum kafamı kitaptan: bir avare gezi teknesiyle çarpışmak üzereyiz. vapurun düdüğü avaz avaz bağırıyor. -bismillah! bismillah! diye haykırıyor yolcular. nedense bu bismillahlarda, aman allahımlarda o bahsettiğim ölümsüzlüğe kavuşacak olmanın sevincini sezer gibi oluyorum. ya da, ne bileyim, ölmeyecek de olsalar," şu yaşlarının şu ayında, filanca yerden falanca yere giderken, yani tüm o rutin içinde, büyük bir deniz kazası geçirmiş biri" olacak olmanın heyecanı mı demeliyim buna, bilmiyorum işte. gördüğüm ettiğim, gezi teknesi son anda dümen kırmayı becerip kazayı engellediğinde, vapurun üzerine kabus gibi çöken hayal kırıklığı.
bu kısacık olaydan dakikalar sonra, ben kitabıma dönerken, olası kaza üzerine konuşmalar dalga dalga sürüyordu. herkes yanındakine, sanki o da kendisiyle birlikte değilmiş gibi, tekne şöyle yaklaştı, düdükler böyle çaldı diye olayı tekrar tekrar naklediyordu.
anlatmak lazım, diye geçirdim içimden. yazmak, kaydetmek, göstermek lazım. ölümsüz olsun diye yaşantılar.. anlamlı olsun diye..
kundera ölümle ölümsüzlüğün "marx ve engels gibi" birbirinden ayrılmaz olduğunu yazıyor, o vapurun tahta sırasında otururken dizlerim üzerinde açık duran kitabında. düşünüyorum, aylarca çalışıp mesela bir oyun sergilerdik. oyun, sonu/sonucu olurdu onca çalışmanın. ölümlü mü, ölümsüz müyüz, hatırlanacak mı, unutulacak mıyız, görürdük. insanın ölümü de böyle mi, soruyorum o an kendime. herkes kendi yaşamınca ölüyor, ölümünce ölümsüzleşiyor.
tabii, istisnaları da var. unutulmayacak kadar olağandışı bir felaket, belki de böyle bakınca, mutlu bir tesadüf gibi bulabiliyor adamı. amerika'ın iran'a sallayabileceği olası bombalardan biri tutar benim kafama düşer mesela. -ki öyle bir rotadan sapma olursa kesin benim kafama düşer, o ayrı- o zaman benim sıradanlığım hiç hesapta olmayan bir aksamayla sıradışılığa dönüşüverir ve beklenmedik biçimde ölümsüz olurum.
tam bunlar, belki de zaman döngüsündeki bir aksaklıktan dolayı bir kaç saniye önce, kafamdan geçerken. tüm vapur çığlık kıyamet ayağa kalkıyor. şaşkın, kaldırıyorum kafamı kitaptan: bir avare gezi teknesiyle çarpışmak üzereyiz. vapurun düdüğü avaz avaz bağırıyor. -bismillah! bismillah! diye haykırıyor yolcular. nedense bu bismillahlarda, aman allahımlarda o bahsettiğim ölümsüzlüğe kavuşacak olmanın sevincini sezer gibi oluyorum. ya da, ne bileyim, ölmeyecek de olsalar," şu yaşlarının şu ayında, filanca yerden falanca yere giderken, yani tüm o rutin içinde, büyük bir deniz kazası geçirmiş biri" olacak olmanın heyecanı mı demeliyim buna, bilmiyorum işte. gördüğüm ettiğim, gezi teknesi son anda dümen kırmayı becerip kazayı engellediğinde, vapurun üzerine kabus gibi çöken hayal kırıklığı.
bu kısacık olaydan dakikalar sonra, ben kitabıma dönerken, olası kaza üzerine konuşmalar dalga dalga sürüyordu. herkes yanındakine, sanki o da kendisiyle birlikte değilmiş gibi, tekne şöyle yaklaştı, düdükler böyle çaldı diye olayı tekrar tekrar naklediyordu.
anlatmak lazım, diye geçirdim içimden. yazmak, kaydetmek, göstermek lazım. ölümsüz olsun diye yaşantılar.. anlamlı olsun diye..
Perşembe, Mayıs 18, 2006
ben...
duruyorum ben bu aralar. saatler geçiyor, akşamüstü oluyor.
tütsü yakmayı seviyorum. yeni tütsülüğüm, değişik tütsülerim var. yakıyorum.
cam açmayı seviyorum. bütün kış kapalıydı. akvaryumda balık gibi yaşadık. şimdi sıcak hava. açıyorum. tütsünün bütün dumanı dışarıya çıkıyor.
pencereyi açıp parmak ucunda dışarıya sabun köpüğü üflediğimi hatırlıyorum. gülüyorum.
eski yazdıklarımı okuyorum, yeni bir şeyler yazabilmeyi umuyorum. kendimi komik buluyorum. buldum mu bir kez daha gülüyorum.
viyolonsel çalıyorum. parmaklarım acıyor. kollarım yoruluyor, sesler hala çirkin çıkıyor. o zaman herhangi bir çello parçası açıyorum, playback yapıyorum.
bir arkadaş geliyor bende kalıyor mesela, konuştukça görüyoruz hayatlarımız sarmal olmuş. sonra sözcükler bitmeden bakıyoruz güneş doğmuş.
karşı damdaki paçalı beyaz güvercinlerin arasına kocaman bir martı konuyor. kaçışıyor güvercinler. "nerelerdeydin sen?" diyorum. göz kırpıyor, ya da ben öyle sanıyorum.
bugün evden çıkmadan saçıma kocaman bir çiçek takıyorum. görenler gülecek bana, diye geçiriyorum içimden. aynaya dil çıkarıyorum.
hayat komik geliyor bana zaman zaman.
tütsü yakmayı seviyorum. yeni tütsülüğüm, değişik tütsülerim var. yakıyorum.
cam açmayı seviyorum. bütün kış kapalıydı. akvaryumda balık gibi yaşadık. şimdi sıcak hava. açıyorum. tütsünün bütün dumanı dışarıya çıkıyor.
pencereyi açıp parmak ucunda dışarıya sabun köpüğü üflediğimi hatırlıyorum. gülüyorum.
eski yazdıklarımı okuyorum, yeni bir şeyler yazabilmeyi umuyorum. kendimi komik buluyorum. buldum mu bir kez daha gülüyorum.
viyolonsel çalıyorum. parmaklarım acıyor. kollarım yoruluyor, sesler hala çirkin çıkıyor. o zaman herhangi bir çello parçası açıyorum, playback yapıyorum.
bir arkadaş geliyor bende kalıyor mesela, konuştukça görüyoruz hayatlarımız sarmal olmuş. sonra sözcükler bitmeden bakıyoruz güneş doğmuş.
karşı damdaki paçalı beyaz güvercinlerin arasına kocaman bir martı konuyor. kaçışıyor güvercinler. "nerelerdeydin sen?" diyorum. göz kırpıyor, ya da ben öyle sanıyorum.
bugün evden çıkmadan saçıma kocaman bir çiçek takıyorum. görenler gülecek bana, diye geçiriyorum içimden. aynaya dil çıkarıyorum.
hayat komik geliyor bana zaman zaman.
Cuma, Mayıs 12, 2006
silk road journeys
yo-yo ma & the silk road ensemble
when strangers meet
bir süre önce tesadüf eseri keşfettiğim çok ünlü bir çellist yo-yo ma. brahms'ın viyolonsel sonatlarını çalıyordu aldığım albümde ve sevgiliyle beni kendine hayran bırakmıştı. bu sefer yine tesadüfen bu albüm geçti elime. hiç bakıp etmeden cd playera koydum. ilk şarkı uzun, upuzun bir moğol vokaliydi. dakikalar geçmesine rağmen çello duyamayan obsesif kafam -ki o an schonberglerle scriabinlerle meşgüldü- hemencik sıkıldı.when strangers meet
ancak ikinci kez dinlemeye başladığımda nasıl bir hazineyle karşı karşıya olduğumu fark ettim. utandım kendimden.
3 yıllık bir çalışmanın eseri silk road journeys. yo-yo ma ortadoğulu ve asyalı müzisyenlerle buluşuyor. ney, santur, sheng, tabla, pipa, kemençe, morin khuur, erhu.. 16 besteci, 40'tan fazla müzisyen, ethnomüzikologlar.. söylenecek çok şey var hakkında, defalarca dinledikten sonra.
buyrun siz de dinleyin!
özellikle 5. parça moon over guan mountains'a dikkat!
Perşembe, Mayıs 11, 2006
çok yıllık kalkınma planı
"Kendini bana sunan her şeyi, yetişmekte, solumakta ya da ölmekte olan her şeyi ya da ölmüş olanı daha da büyük biçimlendirmem gerek. Doğanın, yaşamın, düşlerin, duyguların bana sunabildiğinden daha çoğunu yaşamam, daha çoğunu algılamam, daha büyüğünü duymam gerek. Her nesneyi, her canlıyı, her insanı, anlık her görüntüyü yaşantıya dönüştürmeliyim. Yaşamı büyütmek, kendimce geliştirmek, derinleştirmek, genişletmek, rüzgarlarla estirmek, yağmurlarla yağdırmalıyım, ta ki kendimi canlı ya da cansız, doğmuş ya da doğmamış tek bir nokta olarak görene dek. Ve kendi üzerimde kurduğum bu egemenlikle ölümü de büyütmem gerek. Yaşamım, ölümüm her yaşam, her aşk ve her ölüm olmalı."
Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk
Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk
flütle caza yolculuk
Halit Turgay (flüt) / Junko Nakamuro (piyano)
J.S.Bach Sonat sol minör, E. Grieg keman sonatından uyarlama, Denis Bedard Sonat, Piazzolla Fuga y Misterio, Mike Mower Sonata Latino.
ilk bölüm piyanonun klavsen tadındaki girişiyle başladı, bir süre sonra bir daha alınamayacak şekilde baş rol flüte verildi. grieg'in rengarenk teması arada herkesin dudaklarının arasından fırlayı fırlayı veriyordu. pek hoştu.
ikinci bölüm satie'ye göndermeler, jazz esintileri, latin rüzgarları falan bayağı eğlenceliydi. sonata latino'nun tango, rumba, salsa gibi bölümlerini ayırt etmek yıllardır dans etmemiş benim için çok.. "kekremsi" oldu.
ama ben biste çaldıkları "gizemli füg"e bayıldım. nerden bulunur ki kaydı?
iyi bir konserdi yani. flüt oldu mu olmazsa olmaz tüftüf sesleri ve bence gereksiz aşırı tizler dışında. ani tizleşen seslerden utanıyorum, var mı psikolojik bir açıklaması? sanki birinin sesi bir anda abuk subuk çıkmış sanıyorum. ee, derler adama madem elalemin sesi uyduruk çıktı sanıyorsun, sen niye utanıyorsun?
işte mesela selim ışık
anlatmadan anlaşılana aşık
doğduğundan beri kalbinde bir delik
almak için bütün acıları içine
her zaman utanmıştır başkaları yerine*
*tutunamayanlar, oğuz atay. hafıza yanlışları için özür dilerim oğuzum atay.
Çarşamba, Mayıs 10, 2006
"amerikan halkına demokrasilerinin inşası için yardım edin!"
bertell ollman'ın konuşmasını dinledim dün, sorusu şuydu: is capitalism compatible with democracy? cevabı da bu: hayır.
kapitalizm doğası gereği dar bir zümrenin ekonomik ve politik egemenliğini ifade ediyor. çoğunluk kuralına (ki burası bence sorunlu) dayanan demokrasi, o halde, egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda çarpıtılıp bükülüyor. neticede, %90 dedi ama biz bilemedik, büyük çoğunluğun siyasete katılmasına izin vermeyen mevcut sistem demokrasi değildir. demokratik prensipler uygulandığında varılacak nokta sosyalizmdir. böyle diyor.
international endowment for democracy diye de bir organizasyon kurmuşlar. dünyanın dört bir yanından amerika'da demokrasiyi sağlamlaştırmak için fon topluyorlar. mesajları şu: amerikan diktatörlüğü sadece kendi vatandaşlarını değil, tüm dünyayı yakınen ilgilendiriyor. toplanan para da muhalif işçi gruplarına, muhalif medyaya, muhalif eğitime, antidemokratik amerikan eylemlerini inceleyen araştırmalara gidiyor.
kapitalizme bu adamların en güçlü olduğu sahada karşı gelmek çok da umut verici gelmedi bize. ama itiraf etmeli, dikkat çekici bir kampanya.
Pazar, Mayıs 07, 2006
KALIMERA!!!
sevgili ve ben bir haftadir yunanistandaydik. uzo ictik. musakka yedik. yedigimiz ictigimiz bize kalsin, bol bol da fotograf cektik. yunanlilara "komsu komsu huu huu" dedik, anlamdilar mi, "yasu" dedik gectik. renkli giydik. trenlerde uyuduk. her gun 25 saat yuruduk. ayaklarimiz asindi, yollar asinmadi, biz de "yasos" gibi bir sey dedik, evimize geri donduk.
tariq ali. s�zde medeniyetler catismasi ve terore karsi kuresel savas uzerine konusmasini yaparken. soyle baslamisti: 11 eylul saldirilari sonrasinda, bush "bizim hayat tarz�m�z� degistiremeyecekler" demisti. iki yonden yanlisti bu. birincisi, dertleri kendi yasam tarzlariylaydi, ikincisi, amerikalilarin yasami cok radikal bir birimde degisti....
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)