Cuma, Mart 31, 2006

necla mucella'ya guzelleme... Posted by Picasa

Çarşamba, Mart 29, 2006

kalın sesli kızım necla dün saat 17.10 civarı dünyaya geldi.

bu viyolonsel almak öyle çok kolay bir şey değilmiş. 300 dolardan başlıyor fiyatları, hocamınki 25 bin ytl, ben onun yalancısıyım kaşıkçı elması değerinde 4 adet çello varmış dünyada. ama daha pahalı olması daha iyi olacağı anlamına da gelmiyor. misal, necla 300 dolarlık kore yapımı bir bebek. ama yan küvözde yatan, rengi sanki daha bir cool olan arkadaşı 450 dolar olmasına rağmen, valla hocamın yalancısıyım, hiç de iyi değilmiş; daha ağır ve boğukmuş. yani ben olsam kesin daha iyidir diye onu alırım. kıssadan hisse bu tarz şeyleri bir bilenle almak lazımmış.

sonra sevgili bütün istiklalde taşıdı neclayı. of bile demedi. zeynep'i gördük. çok güldü. yandın sen necati dedi.

sonra kısa bir ders için beşiktaşa gittik. ben böyle yay may çekeceğim sanmıştım. ama sadece şurası köprü burası can direği diye anlattı, fa anahtarı çizdi. sonra da iki tane video izledik. ilk gerçek dersim perşembe olacak. ama ben dün dayanamadım uydur kaydır çaldım biraz. doremi ve dahadünannemizin çaldım. vibrasyon yapmaya çalıştım. çok zormuş. neyse artık öğrenirim umarım. ya muhteşem bir şey.

iyi ki doğdun neclaa!!!!

Pazar, Mart 26, 2006

hasan ali toptaş - gölgesizler

hasan ali toptaş'ın 94'te yayınlanıp yunus nadi roman ödülünü alan kitabı gölgesizler. gölgelerini cebine koyup toz olanların hikayesini anlatıyor. bir köy, köyün muhtarı, bekçisi, berberi, kaybolan insanları. delileri. rüya, oyun, masal gibi bir yerlerde duruyor yine. hayatın toz uçuculuğundaki tadını, derisi kendisine dar gelen insanlarla, daha doğrusu o insanların boşluğuyla anlatıyor. kent ve kent, tüm karakterler iç içe giriyor, birbirlerinin rollerini oynuyorlar. bu benim h. a. toptaş'tan okuduğum 3. roman, daha önce bin hüzünlü haz, sonsuzluğa nokta, ve şiirlerini okumuştum. tam ifade edemeyeceğim -belki de hiç edilmemeli- ortak noktalar var yazdığı her satırda. bir yokluk, bir boşluk, arayış, bulamayış, ya da unutuş, ya da kendi bildiğini okuyucudan saklayarak yaratılan bir göğüs darlığı..

herkes okumalı, herkes!


[ps. bin hüzünlü haz için de şöyle bir şeyler yazmıştım daha önce, onu da iliştireyim:
doğu ve batı masalları, yikik dokuk cagdas hikayeler, boz bulanik bir hava icinde olabilirliklere tutuna tutuna surdurdugu arayista bir anlamda tam da roman sanatinin kendisini sorgulayan eser. yazarin degimiyle 'hikayesini ve kahramanini arayan' bin huzunlu haz, dilin sinirlarinda dolasirken kaniksanmis gerceklik anlayisini zorlar ve anlatisinda olaganustu hicbir yani yokmuscasina akarken yer yer kafka'ya yaklasir. karanliktir. guzeldir.]

Cuma, Mart 24, 2006

bahar gelsin


Ameliyattan bir kaç ay sonraydı. henüz korse takıyordum. koltukaltımdan kalçama kadar bir plastik cendere, yaş 14, ne giysen yakışmaz.

sonra rengarenk bir elbisem oldu. efil efil. ispanyol kollu. giydim, çıktım dışarı. sanki koca bir mevsimi giymiştim.

dün sıcaktı hava, püsküllü mor eteğimle siyah kadife elbisem arasından çıkardım benimkini. giydim.
sanki bahar da beni giydi.

limonata içtim.

6 ay kış yaşıyoruz ve her saniyesi ruhumu çürütüyor!
Posted by Picasa

ATAY'IN YALNIZLIĞI

[gene yazamıyorum uzun zamandır. bir sırrı olan varsa söylesin, nasıl yetişilir hayata? tembel köşe yazarları sıkışınca fi tarihinden kalma bir yazılarını yayımlarlar ya, ben de yazın yazdığım bişileri koyayım dedim bloguma. oğuz atay'la ilgili, ki biz sevgiliyle ilk onun sayesinde tanışmıştık.
okuyan birileri varsa, umarım beğenir.
sevgiler.]





“Anlatamıyorlar anlatılamayanı,
Anlatmak gerek!”
Anlaşılmadı Oğuz Atay hayatta iken. Anlayamayanlar onu terk etmeyi seçtiler. Hilmi Yavuz’un deyimiyle, “meselesi olan” bir romancı için ne acıdır bu yalnız bırakılmışlık! “Çocuk kalmış” insanlarını içtenlikle seven, onları anlamak, anlatmak isteyen bir romancı için.
1970’lerde toplumsal yapıdaki değişim ve dönüşümler, sertleşip sivrilen siyasal çelişkiler özeleştirinin ve ironinin yıllarca ciddiye alınmamasına neden oldu. Toplumcu gerçekçi kuramın etkisi altındaki aydınlar, dönemin yazınına radikal bir soluk getiren Atay’ı biçimcilikle suçladılar. Toplumsal sorunlara hazır reçeteler vermediği için küçük gördüler. 80’li yıllarda ise kapitalizmin etkisiyle bireysel kaygılara yönelenler Atay’ın son derece yanlış bir okumasını yapıp kendilerine mal ettiler. Eserlerindeki alayı anlamayan ya da göz ardı eden bu neslin aydını halktan iyice kopmayı, “tutunamamayı” marifet bildi.

Belki de yapılması gereken Türk edebiyatının bu önemli isminin seçtiği biçim ve kullandığı temalar üzerinde biraz durmak ve bir çeyrek asır önce yaptığı “Neredesin okuyucu?” serzenişine cevap vermek.


Tutunamayanlar’ın TRT Roman ödülünü kazanmasından sonra yazarla yapılan ilk röportajda, Atay, dünyanın değişkenliğini ve zenginliğini anlatabilmek için farklı teknikler ve üsluplar kullandığını ifade eder. Tutkulu okuyucunun mesafesiz bir okuma yöntemi ile roman kişisi Selim Işık’la özdeşleşmesi kaçınılmazdır. Halbuki, yazarın amacı okuyucuya kendisiyle ilgili bir takım gerçekleri, onu da yaratıcı bir eyleme davet ederek göstermektir. Eser okuyucudan belli bir çaba, entelektüel donanım ister. Türk yazınında henüz bunun bir benzerine rastlanılmış değildir o yıllarda.

Yetkin okuyucu Atay’ın metinler arası kurduğu köprülerde daha emin adımlarla yürüyecek, romanlarının zenginliğini keşfedecektir. Yıldız Ecevit, örneğin, Tehlikeli Oyunlar’da Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ına yapılan göndermeden söz eder. Hikmet de karaciğer ağrısı çeken, kendi kendine konuşan, yalnız bir adamın romanın ilk sayfalarında. Seval Şahin ise Babama Mektup ile Turgenyev’in Babalar ve Oğullar’ı arasında negatif bir ilişki kurar. Turguyev’in nihilizmi ve draması Oğuz Atay’ın ironisinin kurbanı olur. Metinler arasında ustaca yapılan bu göndermeleri fark etmeden bu eserleri anlamak çok da kolay olmayacaktır.
Diğer taraftan, Oğuz Atay’ın eserleri, 19. yüzyıl edebiyatıyla karşılaştırılarak, kimilerince “insansız” bulunmuştur. Oysa yazarın yaptığı modern romanın insanı algılama ve yansıtma yöntemini kullanmaktır. Modern dünya hep bir değişim, dönüşüm içerisindedir; insanı katı sınırlar içerisinde analiz etmek doğru olmayacaktır. Atay’ın kişileri sallanan zeminlerde bocalayan, isimlerinin dahiyane seçimiyle kişiden çok kavram oldukları fikrini veren , sonunda, veya en başında, mutlaka kaybolan, ölen anti-kahramanlardır. Bütün bunlara rağmen insanımızı pek çok gerçekçi romandan daha iyi anlatır, daha canlı bir resim çizerler. kişileri “İnsanımız çocuk kalmıstır.”der Atay günlüğünde sık sık; de Türk toplumunun çocukluğunu yansıtır. Onlar, Doğu ile Batı etkileri arasında sıkışıp kalmış, hayatı kitaplardan öğrenmiş ama yaşayamamış kimselerdir. “Hayat acemisi”dirler. Küçük burjuva alışkanlıkları edinmiş, bu kendilerini aslında pek uzak hayata tutunma çabasındadırlar. Aralarında bunu en iyi beceren Turgut bile roman boyunca geçirdiği dönüşümde yitirir bu becerisini. Turgut’un Olric’i, Hikmet’in Albay’ı, Selim’inse aynı Oğuz Atay’ınki gibi bir günlüğü vardır yalnızlığını paylaşacak. Ve hepsinin ayrı ayrı oyunları…

“Oyun” teması Atay yazınının en belirgin özelliğidir. Günlüğünde The Games People Play isimli psikoloji kitabından çok etkilendiği görülen yazar, oyun kavramı üzerinde dikkatle durmuş ve romanlarında baş rolü ekseriyetle “oyun”a vermiştir. Bu konuyu iki açıdan ele almak mümkündür kanımca. Günlük hayatın içinde oynanan oyunlar vardır ve çokluk kötü oyunlardır bunlar. “Mış gibi yapmak” der bazen yazar buna. Sevgi-Hikmet ilişkisi bir ölçüde günlükte geçen “sen beni tanı ben de seni tanıyayım” kuralının egemenliği altındadır. Birbirlerine ihtiyaç duydukları sürece bu evcilik/evlilik oyununu sürdürürler. Romanların hayata ve hayattan alabileceklerine tutunan irili ufaklı pek çok kişisi iş yerlerinde, evlerinde, küçük burjuva ayinlerinde (Pazar kahvaltıları gibi) kuralları önceden belli bir oyun oynarlar. Kendilerine ait değildir üzerlerine aldıkları roller, çünkü yaşadıkları yaşam taklittir, kurmacadır, özentidir. Bu oyunlardan sakınıp kaçar yazarın baş kişileri. Onların sığındığı başka oyunlar vardır. Kalıp davranış oyunlarının dışına çıkabilen kişi özgür olabilirler ancak. Hayatı yeniden kurgular, farklı bir nedensellik üretirler. Yenik çıkmayacakları oyunlar yazarlar. Yaşamın sürekliliğinde yalpalamaları, el yordamıyla yönlerini bulmaya çalışmaları Atay’ın ironik oyun söyleminde vücut bulur. Tahammül edilemeyenler oyun nesnesi haline getirilip dışarıda bıraklır. Gecekondudaki eğreti canlılık, süslü püslü salon-salomanjeler, küçük çıkarlar uğruna verilen savaşlar ve hiç eksik olmayan yalnızlık o zaman gerçekliğini yitirir. Artık barışılabilecek, haklarında bahsedilebilecek olgular olmuşlardır. Bunları anlatacaktır Atay, çünkü anlatması gereklidir.

Türk insanını ciddiye alır Atay; o kadar ki, ciddiyetini koruyabilmek için alay eder onunla. Dil sorunludur Atay’a göre; kişisel deneyimler dilin evrenselliğine büründüğünde hiç istenmeyecek şekilde genel geçer bir hal alır. Postmodern dilbilime göz kırpar yazar, güvenmez dilin mantığına. Söylemler tezi ve antiteziyle birlikte var olduğundan her metin kendini bozar; anlam ancak tez-antitez arasındaki devingenlikte yaratılır. Anlatılması gerekenler hep “anlatılamayacaklar”dır o yüzden. Öte taraftan, klasik üslupla yazsa duyarlığının anlaşılmayacağının da bilincindedir. Kalabalık içinde ağlayan bir sarhoş gibi görüleceğini, gülünç olacağını anlar. Tersine çevirir bu süreci. “Bilinen”, “sezilen”, “anlaşılan”, “hayali kurulan” gibi pek çok katmandan meydana gelen metinlerinde tutunanlardan, tutunamayanlardan ve bütün bunları eleştirenlerden ironi ile bahseder. Tehlikeli Oyunlar’da Hikmet’in Son Yemek’i bu anlatının en etkili olduğu örneklerden biridir. Saçmalık ve kargaşa içinde Hikmet’in yalnızlığı trajedinin doruğudur. Yazarın ironiyi kullanarak pekiştirdiği bu karşıtlık pek çok şairane içli sözden daha büyük bir etki yapar okuyucuda.

Türk romanının 100. yılında yayınlanan Tutunamayanlar gerçekten de yazında bir kırılma noktasıdır. İroni ve göndermelerin yanı sıra daha önce hiç denenmemiş farklı teknikler de uygular Atay. Daha önce de ifade ettiğim gibi, şekil kaygısı değil, eski biçimlerin yeni gerçeklikleri anlatmada yetersiz kalışıdır buna neden. Bilinç akışını kullanmasaydı Atay, ya da örneğin, tek cümlelik bölümü başka türlü yazsaydı aynı buhran ve bulantı hissi yakalanabilir miydi?

Büyük ölçüde ahlakiydi Atay’ın “meselesi”. Her satırında haklı çıkmak gibi bir kaygı güdüyordu. Yazmak için geç kalmıştı; roman kişileri de hep bitirilmesi gereken bir metinle uğraşıyorlardı. Yazmak için yaşamak, yazmak için düşünmek gerekiyordu. Atay anlatmak istiyordu; çünkü anlaşılmak istiyordu.

Anlaşılamadı… “Canı insanları” için daha yaşanır bir dünyanın kapılarını açmaya çalışırken yalnız bırakıldı. Geç başladı, erken bırakmak zorunda kaldı.


-------------------------------------------------------------
İnci, Handan, Bir Yazar Okurunu Arıyor,Adam Sanat, 2003, 31
Ecevit, Yıldız, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, İstanbul, 2001, 112
Şahin, Seval, Tutunamayanlar’dan “Babama Mektup”, Adam Sanat, 2003, 45
Selim’i ararken kendini bulma gayretine düşen Turgut “Özben”, bilgeliği yüzünden giderek yaşamdan uzaklaşıp yalnızlığa itilen, gecekonduda birey olma savaşı veren Hikmet “Benol”, Hikmetin “Sevgi” ile sevgisiz “Bilge” ile bilgisiz yaşamı hep bu isim seçimine örnektir.

Pazartesi, Mart 20, 2006

... Posted by Picasa

Cumartesi, Mart 18, 2006

çiçekçiler

orda satılan hayvanlardan bazıları hastaydı. viyolaydı sanırım didemin çirkin köpeği, çok yaşamamıştı. bazılarıysa pek mutsuz bakıyordu kafeslerin içinden. geçen sene "kapatılmış" isimli proje için bana melül melül bakan o beyaz tavşanın melüllüğünden faydalanmıştım. ama çiçekçiler içimi açıyordu.

kadıköy iskelesine yanaştığında beşiktaş vapuru, hemen inmem ben. beklerim. av köpeği gibi kulaklarımı kaldırır, burun deliklerimi gererim. artık benim bir parçam değil ya kadıköy, meydana çökmüş kokular-renkler-sesler karmaşasından benden kalanları toplamaya çalışırım. üç çocuk yan yana oturmuş darbuka çalıyorlardır, söz gelimi. ellerinin kıpır kıpır hünerini, yüzlerindeki esmer neşeyi görürüm. yedi belayı arar gözlerim. onun esmer bileğindeki yeşil sicimi. ufacık ellerini, kocaman gözlerini ararım. sonra "o çok büyüdü artık"ı hatırlarım. fıratla yanımıza çöküverişi kalır gözlerimde.
vakitlerden kıştır. kestane kokar iskele. ve kestane babaya gidilirken alınır.
ve şurdan oyunlara biletleri alınır.
ve burda oturup çay içilir.
derken malum evcil hayvan ve çiçek satan dükkanların arasına karışılır. kafeslerin içindekilere, ve daha da çok dışarıdan içeriye bakanlara, bakılır.
dı.

yoklar artık. nereye gitmişler bilemiyorum. yok olmuşlar. yerlerinde koca koca mezarlar gibi taş zeminler de kalmış olmasa, insan hiç olmadıklarına kanaat getirecek. banklar ve ağaçlar kalmış geriye. ve soğuk. ve soğukta ve bankta oturan bir liseli çift.
entel çarşısı geldi aklıma. didemle oralarda dolaşmalarımız. baba peaceler (ya da anarşi:) )... sonra hatıraların otopark olması. iç çektim. dolmuşlara binmek için karşıya geçtim.

arkamdan zebellah gibi bir cüsse çıktı ayısal hareketlerle önüme geçiverdi. siyah kısa montunun altında kalın bir yağ ve kas dokusu. çok yukarlarda gördüğüm 3 numara kafanın bittiği yerde iki karış fıkır fıkır bir ense, uyumsuz tavırlar. önümdeki insan irisi eşkıyayı süzerken elindeki iki demek çiçeği fark ettim. biri kırmızı diğeri sarı iki buket gül. kırmızı gül malum aşktır meşktir. sarı gülse ayrılık demek. bir insan niye böyle yin-yang gibi gezer ki ortalıkta, diye düşündüm, uyumsuzluğuna mutlaka mantıksızlık da eklemek gerekir diye. birinden ayrılıp başka birine mi ilan-ı aşk edecekti herifçioğlu? ya da sevgilisiyle arası limoniydi de bir karar saati mi olacaktı bu randevuları? sanki çiçekçiler bir anda yerle bir olmuş da, dükkanların önünü dolduran rengarenk demetlerden kaçıp canını kurtarabilenler denize düşmüş, yılana sarılmış.

sonra aynı dolmuşa bindik ayıyla. yolda telefonu çaldı. inanılmaz ince bir sesle açtı telefonu. mırmır konuştu biriyle. konuşurken sesi titredi durdu utangaçlıktan. anlayışlı gülümsedim. iki tezat buketin ve kaybolan dükkanların sırrını çözemesem de, en azından bir süreliğine, insanları ve istanbulu sevdim. camın dışındaki caddebostan sahile göz kırptım.

sonra biri birine kızdı, okkalı bir küfür yuvarladı, uzun uzun kornaya bastı. bütün sevgilerim bitti.

Pazartesi, Mart 13, 2006

ben bugün gene nefretkarım...

i hate bosphorus university. when i grow up i will be a killer. and i will bomb the south campus. oh yeah..

Pazar, Mart 12, 2006

çellocular ve taksiciler

biz bu cumartesi gene her cumartesi gibi konserlere aktık. (yani geçen cumartesi de akmıştık o açıdan :) ) cemal reşit rey'de rus romansları çello resitali vardı. mischa maisky ve piyanoda 87 doğumlu kızı (eskiden böyle sahnede, televizyonda falan görüp gıpta ettiğim insanlar benden büyük olurdu. onlara yetişecektim ben de bir ara. yine kaçmış bir takım trenler, geçmiş ola.) rahmaninof'tan, korsakov'dan, şostakoviç'ten romantik sedalar aksetti üstümüze başımıza. "sinemadan çıkan adam ruh hali" gibi aylak adam'daki, konserden çıkan adam haleti ruhiyesine büründük bir kez daha. yüzümüzde 19. yüzyıldan kalma bir gülümseme, bir tuhaf kırılganlık, bir kibarlık çıktık salondan. dört atın çektiği prenses arabası gelip alacak sandık bizi.

itinayla taksi beklemeye başladık, bizi akm'ye götürsün diye. böyle durumlarda hep başıma geldiği gibi ya ben çok geride durdum ya herkes önüme geçti. boş gelen tüm taksiler dolu doluverdiler nispet yaparcasına. sonra bir tanesi gelip önümüzde durdu. "akm'ye kadar gi..." derken romantik döneme hiç uymayacak bir el hareketi, bir acayip mimikle bastı gitti, hayvan herif. sonra bir ikincisi. o karışıklığa giremezmiş beyefendiler bu kadar kısa mesafe için. ulan nasıl şeydir bu taksiciler ve dikiş kutuları? ihtiyaç halinde yok oluverirler. başladık yürümeye. üstelik sürekli dizlerinin ağrısından şikayet eden tontiş anneannem de yanımızda. üstümüze yağmur, suratımıza rüzgar, e ayakta olmazsa olmaz şık topluklu pabuçlar. ulan bi state of nature olaydı da ben hepinizi bi güzel döveydim, ama yok yok kesin dayak yerdim, yaşasın cumhuriyet falan derken bulduk bir hayırsever taksici, yani sevgili buldu bütün ikna kabiliyetiyle. gerçi bu adam da yol boyunca söylendi ama ben pragmatik sevgiler besledim şahsına.

çıkarılacak dersler:
1. sanat bünyeyi yumuşatır, hayatın zorluklarıyla baş edemez hale getirir.
2. insan zaten hayatla baş edemez.
3. sanatı ve sanatçıyı her zaman destekliyorum.
4. iyi kalpli taksi şoförlerini de destekliyorum.

Cuma, Mart 03, 2006

oyun-baz

anladığım kadarıyla böyle zevkli bir oyun var blog yazarları arasında. simiole hanım benim de penceremin altında iki yana sallanarak söylemiş şarkıyı "ööö-ske pa-bu-cu yarım çık dı-şa-rı-ya oy-nayalım". ben zaten çok severim böyle şeyler, "sor anlatayım" insanıyım biraz, biraz da "anne resim çizicem ne çiziim?" insanı. şimdi cd player da ayşe tütüncü, tütsülükte ylang ylang, yanımda bir bardak demli çay, başlıyorum cevaplarıma.

yaptığım 4 iş:
1. palyaçoluk (orta okuldaydık, altıyolda tabelayı gördük "palyaço fan club" diye, zıpır ve çılgın olduğumuz için hemen gittik kayıt olduk. bir kere çalıştım kırmızı burnum ve pembe saçlarımla. onca itilme kakılma ve çekiştirilme sonucu pek sevdiğim çocuklardan nefret ederek. sonra yeniden aradılar, "artık ekibimle çalışmak istiyorum" dedim, bir daha aramadılar :) )
2. çocuklar için tiyatro kursunda asistan hocalık (bu da bir nevi daha kibar palyaçoluk aslında. ama maaş yerine caféde bol bol çay içiyorsun!)
3. hippi kuzenin incik boncuk tezgahına yardım (siz yapabilir misiniz minnacık boncuklardan anarşi, peace vs? ya da gölköy sahilde herkesin sere sepre yatıp tezgahımıza kayıtsız kalmasına kızarken deprem yüzünden herkesin ayaklanmasına "ben sebep oldum" diyebilir misiniz?)
4. büyük konserler (rolling stones, led zeppelin, deep purple vs) öncesi korsan kaset, cd pazarlamacılığı (evet, o zamanlar kaset de dinleniyordu ve benim oldukça iyi bir heavy metal, hard rock arşivim vardı, ne yapayım yani!?)

en sevdiğim 4 film
1. virgin spring
2. waking life
3. amélie
4. through a glass darkly

(ya bu çok yalan oldu galiba, ilk aklıma gelen dördünü paldır küldür yazdım. benim sevgilim sinemacıdır. biz çok bi çok film izliyoruz. en sevdiklerimi seçmek zor. mesela necati'nin de favorisi olan "piyano piyano bacaksız" var, mesela herkesin favorisi olan "persona" var, l'appartement, anlat istanbul, bütün emir kusturica filmleri, boş ev, bütün kemal sunal'lı adile naşit'li, hulusi kentmen'li filmler vs vs. )

yaşadığım 2 yer
1. çanakkale (bebitoyken, annem mecburi hizmetteyken. çok garip bir şey 2 yaşıma kadar oradaydım ama bazen rüyalarımda görüyorum sokakları, evimizi.)
2. istanbul

izlediğim 4 tv programı
(utanmıyorum)
1. bütün kadının sesiler, evlilik evleri, sır dünyası, gönül kapısı gibi saçma programlar
2. tv makinası
3. denk geldiğimde sinema ve edebiyat programları
4. cnbc-e (ecnebice diye okunur, sevgilim diyo) dizileri.

tatil için gittiğim 4 yer
1. cunda, bodrum
2. marmaris
3. olimpos-kelebekler-kaş turu (umarım bir gün trio bölünmeden)
4. alanya (zeynep-melike hanımlar)
(bir de geçen yaz marmara adası'na gitmiştik annemle. kendimi, ancak iki namaz arası seyahat edilen eski istanbul'da bir genç hanım gibi hissetmiştim deniz otobüsüyle yapılan yolculukta, soğukça denizi, adaçayı kokan çay bahçesini falan çok sevmiştim)
(bir de londra, cannes, kudüs gibi 1er 2şer kez gidilen ama çok sevilen yerler var tabii.)

en sevdiğim 4 yiyecek
1. çupra, levrek, lüfer yanında mevsim sebzeli salata, helva
2. çikolatalı sufle, yılda bir kez cup griye
3. mercimekli bulgur pilavı, hint pilavı, meyhane plavı, şehriyeli tereyağlı pirinç pilavı
4. danish chiken

hemen şimdi olmak istediğim dört yer
(ama hava şartları vs optimum olacak!)
1. 2 yaz önce annemügeben bulduğumuz dalyandaki o koy, dere kenarındaki gözlemeci
2. reggea bar-kaş (annem keşfetti, triomu mest etti.)
3. ara café, koyukahve (babamla)
4. istinye'deki çay bahçesi (sevgiliyle akşamüstü-bisikletli)
(katiyen study, kütüphane hatta hatta birazdan gireceğim 20th century classical music bile değil. çay güzel, müzik güzel, burası da olur...)

şimdi benim sayfamı kimse okumadığı için sobelemem zor olacak. ama doktor civanıma, elck'e ve zapoi'ye uzatıyorum mikrofonu.

1-2-3

1. sergilememek
evet, sosyal mevzular beni açmıyor, kabul etmek lazım. küçük gruplar içi güç dalaverelerine gelemiyorum. komiteye de şık bir cevap yazdım, "tercih etmiyorum."la biten. kimse de kaale almadı:) yemişim sergiyi. (I ate the lotus)

2. okumalar birikti
bu çok klasik bir şey. önüne geçmek neredeyse imkansız. günü gününe çalışmak diye bir şey gerçekten var mı, yoksa hoş bir temenni mi bu? dün akşam sporlarla çoğalan IR okumaları için mega program yaptım. ama şuan itibariyle yeni programın da 10 saat falan gerisindeyim. haydi hep birlikte: yemişim siyaseti. (I ate the lotus, one more time)

3. son 3-4 gün
evet burası mühim. en son postumdan bu yana yaklaşık iki hafta geçti. bu süre zarfında ben hep bekledim maymun muyum, insan mıyım görmek için. şimdi şöyle oluyor, iki hafta önce pazar günü sevgili didemle oturmuş nefis kurabiyelerimizi yerken hatun gene parlak fikir/projelerinden birini daha paylaştı benle. meğersem bir yıldır klarnet çalmak istermiş. sonra gittik biraz woody allen dinledik. hayal kurduk. akşam sahilden ethemefendi'ye doğru yürürken artık potansiyel bir çellisttim. sonra babamla konuştum. "maymun iştahlısın sen çalışmazsın." dedi. "gitarın var ya, dokunuyor musun?" dedi. bense maşuktan ayrı düşmüş aşık gibi uyuyakaldım. rüyamda vibratolu tenor sesler duydum. fazla değil, ancak yeterince bordo. annem her zamanki gibi destek oldu, dedem "virtüoz olamazsın ama arkadaş toplantılarında çalarsın." dedi. en son 15 gün beklemeye karar verdik. "15 gün sonra hala bu kadar ateşli istersen..." dedi babam, "demek ki psikolojik bir sorun var, bunalımdasın, gider bir psikologla görüşürüz." neyse, yedim bitirdim neredeyse 15 günü. bu arada hocalarla konuştum tüneldeki dükkanları gezdim. şu bursumu bir yatırsınlar, yaslayacağım çellomu göğsüme.

bu arada sevgiliyle 20. yüzyıl klasik batı müziği dersi alıyoruz. atonal geçiyor günler.
1 mart'ta piyanonun dramsal boyutu isimli bir Toros Can resitaline gittik. "el pueblo unido jamas sera vencido" üzerine 36 varyasyon. müziğin öğelerini, nedir işte melodi, armoni, ritm vs. ayrıştırıp ayrışıtıp toparlıyor adam. 36. varyasyonda temaya geri dönüyorsun, insanın canına okuyan postmodern bir yolculuktan sonra. ne kadar zor tek başına tınlayan onca sesin içinden çıkmaya çalışmak. ama bence güzeldi "kenetlenmiş" müziği duymak ve ilkinden çok daha fazla sevmek.
bir de sobelenmişim ben de (çok heyecanlıyım.) o da sıradaki posta..